Akdeniz Uygarlıkları Araştırması Enstitüsü tarafından hazırlanan Cedrus, Türkiye tarihsel coğrafyası perspektifinde Akdeniz Havzası’nın kültür-tarih birikimini inceleyen Eskiçağ, Ortaçağ ve Yeni-Yakınçağ tarihi uzmanları için tartışma zemini bulacakları disiplinlerarası bir süreli yayın olmayı hedeflemektedir. CEDRUS, farklı disiplinlerden gelen bilim insanları arasında diyaloğun geliştirilmesi, var olan bilginin güncellenmesi ve yaygınlaştırılması süreçlerine katkı sağlayacak özgün ve bilimsel çalışmaları akademi dünyasının ilgisine sunmayı amaçlar. CEDRUS uluslararası hakemli bir dergi olup yılda bir kez yayımlanır.
Dergi HakkındaKünyeArşivYayın İlkeleriMakale Gönderme İçindekiler
Hakkı Levent KESKİN
Cedrus VII (2019) 1-39. DOI: 10.13113/CEDRUS.201901
Geliş Tarihi: 04.04.2019 | Kabul Tarihi: 29.05.2019
Öz & Abstract
A number of caves located on the skirts of Mount Katran near Antalya display a unique character, harbouring extensive traces of human habitation from the Holocene era (from the Neolithic through to the Early Bronze Age) following the Palaeolithic period. In this respect, the Karain and Kılıçini caves are among such sites in this region that provide important archaeological data. The metal artefacts from both caves provide new insights on the use of caves during the Late Chalcolithic and Early Bronze Age, as well as casting a light on regional and interregional interactions. By approaching the available data from two different perspectives, this study aims to place this metal inventory in its correct regional and interregional context through typological and functional analyses; on the other hand, based upon the metal artefacts and further archaeological evidence, it also intends to provide some insights into the dynamics lying behind the intensive, yet unusual occupation of the caves during these particular periods.
Antalya yakınlarında Katran Dağı eteklerinde yer alan bir dizi mağara Paleolitik dönemi takiben, Holosen çağ boyunca da (Neolitik – Erken Tunç Çağı arası) yoğun kullanım izleri barındırmaları açısından ünik bir karakter sergilemektedir. Bu bölgede yer alan Karain ve Kılıçini mağaraları da bu bağlamda önemli veriler sunan yerleşimler arasındadır. Her iki mağarada ele geçen metal eserler Geç Kalkolitik ve Erken Tunç Çağı boyunca mağaraların kullanımlarına yeni bakış açıları kazandırmak yanında, bölgesel ve bölgelerarası ilişkilere de ışık tutmaktadır. Mevcut verileri iki farklı açıdan değerlendirmeyi amaçlayan bu çalışma, bir yandan metal eserleri tipolojik ve fonksiyonel açıdan ele alarak bölgesel ve bölgelerarası ilişkiler açısından değerlendirmeyi ve bölgenin metal endüstrisi içinde doğru bağlama oturtmayı; diğer yandan yine bu eserler ve diğer arkeolojik kanıtlar ışığında, mağaraların bu dönemlerde, pek de alışıldık olmayan biçimde, yoğun bir şekilde tercih edilmesinin ardında yatan nedenlere dair bazı bakış açıları sunmayı amaçlamaktadır.
N. Damla YILMAZ USTA & Hilal YAKUT İPEKOĞLU
Cedrus VII (2019) 41-58. DOI: 10.13113/CEDRUS.201902
Geliş Tarihi: 04. 05.2019 | Kabul Tarihi: 01.06.2019
Öz & Abstract
Alanya, Kadıini Mağarası’ndan 2017 yılı kurtarma çalışmalarında, ölü hediyelerinden Geç Kalkolitik/Erken Tunç Çağlarına tarihlendirilen insan iskeletleri ele geçirilmiştir. Bir gömü alanı niteliği taşıyan mağaradan çıkarılan kalıntıların, antropolojik ve arkeolojik incelemeleri sonucunda Kadıini insanının gömü gelenekleri üzerine bir ön değerlendirme yapılmıştır. Bu çalışmada geçmişten günümüze insanın ölüm konusundaki tutumları, ölü gömme gelenekleri ve ritüelleri değerlendirilerek, Kadıini Geç Kalkolitik/Erken Tunç Çağı insanının ölü gömme gelenekleri, inanç sistemleri ile anlam dünyalarının aydınlatılması amaçlanmıştır. Antropolojik ve arkeolojik veriler, mağara sektörlerinin, muhtemelen ölülerin doğrudan mağara içerisine bırakıldığı ve/veya yüzeye oldukça yakın gömüldüğü alanlar olduğunu göstermektedir. Diğer yandan kemiklerin çoğunluğunun mağara sektörlerindeki geniş çukurlardan karışık şekilde ele geçirilmesi, muhtemelen ölülerin öncelikle sekilere bırakıldığını daha sonra ise yeni gelenlere yer açmak amacıyla bu çukurlara atıldığını göstermektedir. Kadıini Mağarası’nda farklı gömü geleneklerinin bir arada olduğu, bazı iskeletlerin yanmış olduğu, bazı iskeletler üzerinde delik izlerinin bulunduğu tespit edilmiştir. İnsan iskeletleri arasında hayvan kemiklerinin de bulunduğu mağaranın o dönemde bölgede yaşayan insanların inanç ve ritüelleri hakkında bilgiler sunduğu açıktır.
Of the grave goods, human skeletons dating back to Chalcolithic/Early Bronze Age have been obtained through 2017 Alanya Kadıini Cave rescue excavations. A careful anthropological and archaeological investigation was held on the human remains recovered from the cave which has the characteristics of burial ground. This investigation reviews the burial traditions of the people of Kadıini. In this paper, it is aimed to highlight the burial traditions, belief system and understanding of Chalcolithic/Early Bronze Age people of Kadıini; by reviewing the human attitude concerning death, burial traditions and rites from past to present. According to anthropological and archaeological data, cave sectures are probably areas where the dead are left directly into the cave and / or buried very close to the surface. On the other hand, it is thought that presumably the dead were left to the platform first and then thrown into these pits to make room for newcomers because the majority of the bones were recovered from large pits in the cave sectors. In Kadıini Cave, it was found that different burial traditions were together, some skeletons were burnt and some traces of of holes were found on the skeletons. It is clear that the cave, which also includes animal bones among human skeletons, provides information about the belief and rituals of the people living in the area at that time.
Gökhan KAĞNICI
Cedrus VII (2019) 59-76. DOI: 10.13113/CEDRUS.201903
Geliş Tarihi: 18.04.2019 | Kabul Tarihi: 24.05.2019
Öz & Abstract
Bu çalışma, “O, bir köpeğin kaliteli bir tohumudur” ve “Ahmak Engardug” başlıklarıyla bilinen iki Sumer tartışma metninde geçen hakaret ifadelerinin analiziyle ilgilidir. Hakaret içerikli söylemlere Sumer tartışma ve diyalog metinlerinde sıklıkla yer verilmiştir. Eski Babil dönemine tarihlendirilen ve büyük olasılıkla okul metinleri olduğu düşünülen bu iki metinde, birisinin bir başkasını hedef aldığı çok sayıda hakaret ifadesi geçmektedir. Makalede bu hakaret ifadelerinin neler olduğu ve ne anlama geldiği üzerinde durulacaktır. Ayrıca bu kötü ifadelerin hangi toplumsal, kültürel ve bireysel unsurlarla ilişkili oldukları tespit edilmeye çalışılacaktır. Çalışmada büyük oranda söz konusu ifadelerin etimolojilerine dair birtakım düşünceler üzerinde durulacaktır. Nitekim metinler ilk satırlarından son satırlarına kadar bütünüyle belirli bir insana yöneltilmiş gibi gözüken ve aslında daha genel bir insan tipolojisini hedef alan hakaret içerikli ifadelerle dolu yoğun eleştirilerden oluşmaktadır.
This study is concerned with the analysis of insulting statements in two Sumerian diatribe texts known as “He is a good seed of a dog” and “Engardug the fool”. Insults are frequently mentioned in the Sumerian disputation and diatribe texts. These two texts are dated to the Old Babylonian period and are thought to be school texts. In these texts in question there are a number of insulting statements directed by someone against someone else. In this study, it will be mentioned that what kind of insults are used and what the insults mean and also will be focused on the relationships between the abusive language used in these texts and some social, cultural and individual elements in the ancient Mesopotamia. And some remarks on the etymology of the insulting statements in question will be emphasized. As a matter of fact, the both texts consist of the intense and harsh criticism accompanied by insults that seems to be directed to a certain individual from the first lines to the last lines, and that actually targets a more general human typology.
Ahmet BİLİR
Cedrus VII (2019) 77-105. DOI: 10.13113/CEDRUS.201904
Geliş Tarihi: 11.02.2019 | Kabul Tarihi: 02.05.2019
Öz & Abstract
This paper addresses the ancient bronze fibulae exhibited in the Bolu Museum. The aim of this research was to provide statistical data for future scientific studies on the subject, as well as to introduce previously unpu-blished fibulae in Bolu Museum. Bolu Museum to date has 19 bronze fibulae. With careful study, each reveals a different typological character. As a result of our research, we have identified 12 Phrygian Fibulae forming the largest set of fibulae in the Bolu Museum collection. Especially examples found in the Göynük province and Alan Village form important indicators of a relationship with Phrygia. As a matter of fact, Phrygian fibulae are the only group which shows local features in the collection. Urartu fibulae are represented by 3 examples; 2 fibulae are Roman, while the rest of the fibulae are understood to have originated from the Levant and Cypriot-Greek regions. The earliest fibulae in the collection are likely to date from about the last quarter of the VIIIth century B.C. while the latest date from the last quarter of the IVth century A.D. All of the fibulae are of bronze.
Bu makalede Bolu Müzesi’nde sergilenmekte olan antik bronz fibulalar konu edilmektedir. Bu çalışmanın amacı, Bolu Müzesi’nde korunan ve daha önce yayınlanmamış fibula’ları tanıtmak dışında konu ile ilgili ileride yapılacak bilimsel çalışmalara istatiksel veri sağlamaktır. Günümüzde Bolu Müzesi’nde 19 adet bronz fibula bulunmaktadır. Bu fibulalar dikkatli incelendiklerinde, her birinin farklı tipolojik özelliğe sahip olduğu göze çarpmaktadır. Yaptığımız incelemeler, Bolu Müzesi koleksiyonunda, 12 örnek ile temsil edilen Phryg fibulalarının en kalabalık grubu oluşturduğunu göstermiştir. Özellikle Göynük ilçesi, Alan Köyü’nde bulunmuş örnekler Phryg ilişkisinin en önemli göstergesidir. Bu nedenle Phryg fibulaları, aynı zamanda koleksiyon içinde yerel özellik gösteren tek gruptur. Urartu fibulaları ise 3 örnek ile temsil edilmektedir. Bu grubu, 2 örnek ile Roma Dönemi’ne ait fibulalar izlemektedir. Geri kalan, birer örneğin ise köken bakımından Levant ve KıbrısHellas Bölgeleri ile ilişkili oldukları anlaşılmıştır. Ayrıca incelenen fibulaların en erken tarihli olanının MÖ VIII. yüzyılın son çeyreğine, en geç tarihli olanının ise MS IV. yüzyıla ait olduğu tespit edilmiştir. Bahsi geçen eserlerin tamamı bronzdan üretilmiştir.
Görkem KÖKDEMİR
Cedrus VII (2019) 107-121. DOI: 10.13113/CEDRUS.201998
Geliş Tarihi: 02.01.2019 | Kabul Tarihi: 13.03.2019
Öz & Abstract
Artemis ve Apollon kültlerinin Magnesia kenti için nasıl bir önem taşıdığı ve başat rol oynadıkları bugüne kadar konuyla ilgili yapılan birçok çalışma ile ortaya konmuş ve kesinlik kazanmıştır. Ancak bu inançların yanında Athena kültünün de diğerleri kadar önemli olduğunu belirleyecek bir takım kanıtlar bulunmaktadır. Bu çalışmada, Magnesia’daki Athena kültü ile ilişkili tüm veriler bir araya getirilerek kültün kentteki olası varlığı ve önemi, hangi sıfat ile Magnesia’da tapınım gördüğü, Atina’da Athena’ya adanmış olan “Büyük Panathenaia” festivallerine benzer şekilde, Magnesia’da da tanrıçaya adanmış “Panathenaia” festivallerinin olası varlığı tartışılmıştır. Ayrıca, bu çalışma ile Athena kültü için önemli olduğu kabul edilen kent tiyatrosunun bulunduğu alanda ortaya çıkartılan ve bugün için İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunan bir heykele ait olabilecek bir kadın başı (Env. No. 446) üzerinde, ilk kez değerlendirmeler yapılarak heykelin kimliği ile ilgili yeni öneriler öne sürülmüştür.
The importance of the cults of Apollo and Artemis as Magnesia’s outstanding and of major priority for Magnesia revealed as a result of many studies about the subject and has become conclusive. However along with these cults; there are some evidences to show the importance of the cult of Athena for the city as much as these cults. In this study, the possible existence and importance of the cult of Athena in the city and worship in which appellation are discussed by collecting all the datas about the cult in Magnesia. Furthermore, the presence of the festivals of “Panathenaia” consecrated to the goddess in Magnesia like the festivals of “Great Panathenaia” in Athens is examined. Also, for the first time, new evolutions and claims about the identity of female head found in the area of the theater of the city which is thought important for the cult of Athena and probably belongs to a statue located in Istanbul Archeology Museums (Inv. No. 446) are made.
Mustafa BULBA
Cedrus VII (2019) 123-167. DOI: 10.13113/CEDRUS.201906
Geliş Tarihi: 25.12.2018 | Kabul Tarihi: 01.02.2019
Öz & Abstract
Kaunos Demeter Kutsal Alanı’nda ele geçen terakota figürinler kadın, erkek ve hayvanlar olmak üzere üç ana gruba ayrılmaktadırlar. Genel buluntu grupları olarak kısmen diğer Demeter Kutsal Alanları’ndaki buluntu konteksleriyle benzerlik gösterirken kısmen farklılaşmaktadır. Özellikle erkeklere ait tiplerin zenginliği ve sayılarının fazlalığı dikkat çekicidir. Buluntular Geç Arkaik Dönem ile Orta Hellenistik Dönem arasına tarihlendirilmekle birlikte buluntuların çok büyük yoğunluğu Hekatomnidler Dönemi’ne aittir. Kadın figürinleri içerisinde hydria taşıyanlar en büyük ağırlığı oluşturmaktadır ve bunlar kutsal alanda törenlere katılan adorantları temsil ediyor olmalıdırlar. Bu tipin dışında domuz taşıyanlar ile çocuk taşıyanlar önemli grupları temsil etmektedirler. Erkek figürinlerinde ağırlık ayakta duran çıplak gençlerdedir. Ayrıca elinde dal, oinochoe ve domuz taşıyan erkek figürinleri de önemli bir sayıya ulaşmaktadır. Tempelboys olarak adlandırılan uzanmış ya da çömelmiş delikanlı figürinlerinin sayısı da yüksektir. Bunların dışında değişik tiplere ait çok sayıda kadın ve erkek başı da mevcuttur. Figürinlerin ortalama boyları 14-16 cm olup genellikle düşük kaliteli bir işçiliğe sahiptirler. Büyük boya ve yüksek kaliteye sahip figürin sayısı çok düşüktür. Devetüyü bir hamura sahip olmaları ortak özellikleridir. Henüz analizleri yapılmayan bu eserlerin Kaunos’da üretilmiş oldukları düşünülmektedir.
The terracotta figurines unearthed in the Kaunos Demeter Sanctuary are divided into three main groups as women, men and animals. While these find groups are in part similar to the find groups in other Demeter Sacred Areas, are partly different from them. Especially the richness and the number of male species is remarkable. The finds are dated between the Late Archaic Period and the Middle Hellenistic Period, and the great density of this finds belongs to the Hecatomnids Period. The most of the female figurines are the women who bearing hydria, and they must be representing the adorants participating in the ceremonies. Except from this type, bearing pigs and children figures are other important groups. The standing young people in the male figurines are the most numerous. In addition, male figurines bearing branches, oinochoe and pigs also reach an important number. The number of lied down or crouched figurines called Tempelboys is also great. Apart from these, there are also many different types of women and men heads. The average length of the figurines is 14-16 cm and they usually have low quality workmanship. The long lenght and high quality figurines are very few in number. Most of the figures have a light brown clay and this is their common features. These artefacts, which have not been analyzed yet, are thought to have been produced in Kaunos.
Nisan LORDOĞLU
Cedrus VII (2019) 169-194. DOI: 10.13113/CEDRUS.201907
Geliş Tarihi: 03.01.2019 | Kabul Tarihi: 14.03.2019
Öz & Abstract
8000 yıldır iskâna uğrayan ve özellikle antikçağdan itibaren inşa faaliyetlerinin çok yoğun olarak yaşandığı İstanbul’un her iki yakasında, Roma İmparatorluk Dönemi öncesi topografyasını ve yapılarının lokalizasyonunu belirlemek oldukça zordur. ‘Kentsel dönüşüm’ ve ‘ulaşım’ projeleri kapsamında İstanbul genelinde yoğun inşaat faaliyetlerinin yapılması, kentin tarihi dokusunu ve beraberinde arkeolojik kalıntılarını da yok etmektedir. İstanbul’un Hellen ve Roma İmparatorluk dönemlerine ait yapı kalıntılarının izlerine rastlamak artık neredeyse imkânsızdır. Ancak, arkeolojik kazılarda ortaya çıkan küçük buluntular ve belgelenen her türlü eser günümüze ulaşmamış yapılarla ilgili fikir belirtme ve lokalizasyon önerilerini getirme olanağı sağlamaktadır. Bu makalede, İstanbul Boğazı’nın iki yakasında kurulmuş olan Byzantion ve Kalkhedon’un kuruluşlarından Roma İmparatorluk Dönemi’ne kadar olan süreç içerisinde antik kaynaklar ve son yıllarda yapılan arkeolojik kazılar kapsamında şehircilik açısından incelenmesi amaçlanmaktadır. Antik kaynaklar ve arkeolojik buluntular karşılaştırılarak Byzantion ve Kalkhedon’un Roma Dönemi öncesi yapılarının lokalizasyon önerileri getirilmeye çalışılmış ve iki kentin kuruluşlarından Roma İmparatorluk Dönemi’ne kadar olan sürede birbirleriyle ekonomik, siyasi ve askerî açıdan etkileşimlerine yer verilmiştir.
It is quite difficult to locate the topography and constructions of pre-Roman period in both sides of Istanbul that has been settled for 8000 years and construction activities intensively has been continued since the Ancient Period. Today, in the name of the projects of ‘urban regeneration’ and ‘transportation’ construction activities destroy historical texture and archaeological remains of Istanbul. However, small artefacts arising from archaeological excavations and all documented works provide the possibility of suggesting opinions and localizations about structures that have not reached to the present day. The aim of the article is to investigate the urbanization of Byzantion and Calchedon which were founded on two sides of the Bosphorus from their foundation to the Roman Imperial Period. This period is investigated and also compared with the ancient sources and the latest archaeological excavations. In this thesis it is tried to make some suggestions about the localisation of the structures of Byzantion and Calchedon in pre – Roman period. In this context it is examined economical, political and military relations and interactions between two cities at the same period.
Ayşen SİNA
Cedrus VII (2019) 195-214. DOI: 10.13113/CEDRUS.201908
Geliş Tarihi: 17.05.2019 | Kabul Tarihi: 10.06.2019
Öz & Abstract
Antik Yunan toplumunda bir kâhinin görevleri arasında tıp, büyü ve kehanet bulunmaktadır. Ancak kâhinlerin en önemli görevi tartışmasız tüm askeri seferlerde ve savaşlarda orduya eşlik etmekti. Zaferin tamamen kurulan askeri stratejiye bağlı olduğu savaş durumunda, tanrıların dileğinin ne olduğunu bilmek ise her şeyden önemliydi. Kehanet, savaş esnasında ortaya çıkabilecek krizle baş edebilmenin bir aracıydı ve ordunun daimi üyesi olan kâhin de böyle bir sorumluluk üstlenerek büyük bir risk almaktaydı. Savaşlar ve seferler, manevi güç vermede araç olarak görülen kâhinlerin önerdikleri koşullar yerine getirildikten ve onayları alındıktan sonra başlardı. Ordugâhta verilmesi gereken savaşa girme ya da girmeme kararını kâhinler belirlemekle birlikte, nihai kararı komutanlar vermekteydi. Kurbanlar ve yapılan kehanetlerin ayrıntıları hakkındaki bilgiler Eskiçağ tarihçileri, özellikle üç büyük tarihçi Herodotos, Thukydides ve Ksenophon’un anlatılarından bize ulaşmaktadır. Söz konusu yazarlar, kâhinler ve onların hayvan iç organlarından yaptıkları yorumlar hakkında ayrıntılı biçimde bilgi verirken, nedense bu süreçte yer alan komutanların buradaki rolünden söz etmezler. Çalışmamızda seferlerin ya da savaşların başından sonuna kadar orduyla birlikte hareket eden kâhinlerin görev ve sorumlulukları, kâhin ile komutan ilişkileri, izledikleri stratejiler, ayrıca kehanet için uygulanan yöntemler incelenecektir.
In ancient Greece, the duties of a seer encompassed medicine, magic and divination. However, the undisputed primary duty of an augur was to accompany the army in military campaigns. In a battle where the victory was dependent on the strategy employed, knowing the wishes of the gods was of paramount importance. Auguries were instruments to deal with a possible crisis on the battlefield and the augur, who was a permanent member of the army, had a great responsibility and carried a great risk. Wars and campaigns could only start after the conditions set by the augurs were met and they had given their consent, which in turn boosted morale. The decision to engage the enemy or not was not made in the barracks but by the augurs, however final decisions were made by the commanders. Information about the sacrifices and the details of the auguries are conveyed to us by the ancient historians, especially through the narratives of the three great historians Herodotus, Thukydides and Xenophon. The mentioned historians give detailed information about the oracles, and their prophecies that they fulfilled by looking at the viscera of animals; however, they provide little account of the commanders and of their positions. In this study, the duties of the oracles, their relations with the commanders, the strategies they advised and the method they used to make prophecies are analysed.
Aytekin BÜYÜKÖZER
Cedrus VII (2019) 215-237. DOI: 10.13113/CEDRUS.201909
Geliş Tarihi: 01.01.2019 | Kabul Tarihi: 07.03.2019
Öz & Abstract
Knidos, Datça Yarımadası’nın en uç noktasında, güneye bakan ve denize doğru alçalan eğimli bir arazi ile hemen önündeki küçük ada üzerine kurulmuştur. Topoğrafik yapısından kaynaklı bu özelliği nedeniyle Strabon tarafından çifte şehir olarak adlandırılan kentin yaklaşık olarak 4 km’lik uzunluğa sahip bir savunma hattı vardır. Kent surları planlanırken stratejik düşünce ve arazinin sağladığı imkanlardan faydalanılmış, arazinin şekli surların yapımında belirleyici olmuştur. Topoğrafya dikkate alınarak araziye oturtulan surlarda doğal tahkimli uçurum veya kayalık gibi bölümler akılcı bir şekilde sur hattına dahil edilmiştir. Surlar arazinin jeomorfolojik yapısına bağlı olarak yerel kireç taşı bloklardan örülmüştür. Bununla birlikte yer yer konglamera blokların kullanıldığı bölümler de bulunmaktadır. Kulelerin tamamı, sur bedenlerinin bir kısmı rektogonal bloklardan isodomos teknikte örülmüştür. Sur bedenlerinin büyük bir bölümünün ise polygonal bloklardan örüldüğü görülmektedir.
Bu çalışmada, Knidos kent surlarının bir parçası olan ticari ve askeri liman çevresindeki duvarlar ve kuleler ele alınacaktır. Antikçağda Strabon’un aktarımlarından bildiğimiz kadarıyla ana karadan Kap Krio’ya doğru inşa edilen bir mendirekle ada ile ana kara birleştirilmiş arada ise dar bir kanal bırakılmıştır. Ana kara ve Kap Krio’nun birleştirilmesi ile kıstağın doğusunda ve batısında iki koy meydana gelmiştir. Oluşan koyların ağız kısımlarında yapılan düzenlemelerle koylar koruma altına alınarak birer liman elde edilmiştir. Söz konusu limanlar MÖ IV. yüzyılın 2. çeyreğinde başlayan imar faaliyetleri çerçevesinde planlanan savunma sisteminin içine dahil edilmiştir. Özellikle Askeri Liman çevresindeki ve girişindeki kulelerle “limen kleistos” olarak bilinen “kapalı veya kapatılabilen liman” olgusunun en iyi örneklerinden biridir.
Cnidus is situated on a slope which faces south and descends to the sea at the farthest end of the Datça peninsula and faces a small island just off the shore. Having been named ‘the double city’ by Strabo because of its topography, the city has a defensive line of approximately 4 km in length. During the planning process of the city’s walls, the opportunities provided by strategic thinking and land were taken advantage of and the shape of the land was decisive in the construction of the walls. The city walls incorporated natural cliffs or rocky areas built according to careful consideration of the topography of the area. The walls are made of local limestone blocks according to the geomorphological structure of the land. Conglomerate blocks are also used in some places. All of the towers and a part of the walls were built using the isodomos technique from rectangular blocks. It is also evident that a large part of the wall bodies are covered by polygonal blocks.
Our work focuses on the walls and towers around the commercial and military harbour, a part of the Cnidus city walls. As far as we know from Strabo’s account, the island was connected to the mainland by a mole built from the mainland towards Cap Crio and a narrow channel was left inbetween. After the unification of the mainland and Cap Crio, two bays of the eastern and western part of the isthmus were formed. The bays were taken under protection with the arrangements made in the mouth of the emerging bays and a harbour in each bay was established. These ports were included in the defense system planned within the framework of the zoning activities that started in the mid IVth century BC. The towers at the entrance of and around the military harbour are excellent examples of the “closed or closable harbour” known as limen kleistos.
Ferhan BÜYÜKYÖRÜK & Ahmet ÇELİK
Cedrus VII (2019) 239-265. DOI: 10.13113/CEDRUS.201910
Geliş Tarihi: 16.01.2019 | Kabul Tarihi: 04.04.2019
Abstract & Öz
Musa Dağı, Cıngırık Tepesi’nde Mithrapata ve Aruwãtijesi’ye ait toplam 68 adet gümüş sikkeden oluşan bir define bulunduğu belirtilmiştir. Bunun yanında definenin ana bölümünü teşkil eden Mithrapata sikkeleri kendi içinde 5 gruba ayrılarak incelenmiştir. Güneydoğu Likya’da bulunan bu define önemli bilgiler sunmakla birlikte bağlantılı olduğu düşünülen Yukarı Olympos Yerleşimi’nin dynastik dönem yerleşimi olabileceğini gündeme getirmekte ve yerleşimin kuruluşu için hâlihazırda önerilen MÖ IV. yüzyıl tarihinden daha erkene gidebileceğini önermeye imkân kılmaktadır. Definenin tarihlenmesinde öncelikle Mithrapata ve Aruwãtijesi sikkelerinin genel tarihine ek olarak, definenin bulunduğu belirtilen alan ve yakın civarın mimari özellikleri ile definenin içinde bulunduğu ifade edilen kylixlerin durumu gözönüne alınmıştır. Bu ölçütler ışığında Mithrapata ve Aruwãtijesi (Musa Dağı?) Definesi MÖ 390-370/360 yıllarına tarihlenebilir.
A treasure consisting of 68 silver coins belonging to Mithrapata and Aruwãtijesi were stated to have been found in Mount Musa, Cıngırık Hill. In addition, Mithrapata coins, which constitute the main part of the treasure, were divided into 5 groups. This treasure found in Southeast Lycia offers important information and suggests that the Upper Olympos Settlement, which is thought to be connected, may be a dynastic period settlement and it allows suggesting that it can be dated earlier than already suggested date of IV century BC. In addition to the general history of the coins of Mithrapata and Aruwãtijesi, the stated area where the treasure was found, the architectural features of its surroundings and the status of the kylixes in which the treasure is stated to be located were taken into consideration while determining the date of the treasure. In light of these criteria, Mithrapata and Aruwãtijesi (Mount Musa?) Treasure can be dated to 390-370/360 BC.
Banu ÖZDİLEK
Cedrus VII (2019) 267-298. DOI: 10.13113/CEDRUS.201911
Geliş Tarihi: 03.04.2019 | Kabul Tarihi: 15.05.2019
Öz & Abstract
Letoon’a ovadan ulaşan yol, günümüzde yerleşimin bu yöndeki ilk büyük yapı kalıntısı olan tiyatro yakınından geçerek merkeze yönlenir. Tiyatronun yaslandığı, Tümtüm Tepe’nin batı kayalık yamacı yerleşim tesislerinin bulunduğu düzlüğün doğu yanı sıra doğal bir set oluşturur. Yamaç, kuzeyden güneye yerleşim planı dolayısıyla, onu oluşturan münferit binalarla ilişkili bir tasarımla, adım adım farklı işlevlerle biçimlendirilerek kullanılmış kesitler sunarak uzanır. Letoon araştırmaları kapsamında, tepede gerçekleştirilen incelemeler, batı yamacın tiyatrodan kente doğru uzanan uç kesiminde yer yer izlenen bazı duvar kalıntılarının teraslamaya dönük yapısal özellikler göstermesi nedeniyle yerleşim dokusu adına potansiyel veriler sunabileceği düşüncesini doğurdu; sonuçta 2015 yılından itibaren bu alanda çeşitli kazı çalışmaları yürütülmeye başlandı. Söz konusu çalışmalarda geride bırakılan dört sezonun ardından buluntu yoğunluğunu oluşturan, Hellenistik Dönem’e, ait seramikler bu makalenin konusunu oluşturmaktadır. Seramiklerin tepeden akıntı ile gelen toprak içerisinden ele geçen belirsiz buluntu durumu dolayısıyla teras duvarı ve Geç Antik Dönem mekânları ile bağlamlarının zayıf görülmesine karşın, geniş zaman aralığına tarihlenen, çeşitli formlarda zengin bir grup oluşturması nedeniyle ayrı bir çalışma konusu olarak bu makale ile değerlendirilmesi uygun görülmüştür. Bu çalışmanın amacı, Hellenistik Dönem’deki, Letoon seramik repertuarına ışık tutmaktır. Yapılan bu çalışmada, Hellenistik Dönem’e ait, Batı Anadolu yerel üretimlerinin yoğun olduğu gözlemlenmiştir. Özellikle içlerinde Ephesos, üretimi seramiklerin varlığı dikkat çekmektedir. Hellenistik Dönem seramikleri içerisinde ele geçen en yoğun grup; kabartmalı kalıp yapımı kâselerdir. İkinci yoğunluğa sahip gruplar ise; Batı Anadolu üretimi ekhinus kâseler ile içe dönük dudak profilli tabaklardır. Lykia Bölgesi’deki Hellenistik Dönem’deki seramik ticareti ve kentler arasındaki ilişkiler, sistemli kazı ve seramik çalışmalarının yürütüldüğü diğer kentlerle paralellik göstermektedir. Bu sonuçlar ışığında, ticarete ve kentler arasındaki ilişkilere bir bakış sağlanmaya çalışılmıştır.
The road reaching to Letoon from the plain, passes next to the theatre which is the first large scale construction relic in this direction we have today, and heads towards to the center. The western rocky slope of Tümtüm Hill where the theatre leans against, forms a natural set along the east side of plain where the residential area is located. The slope extends from north to south in a settlement plan that offers different sections which serve to various functions and formed step by step releated to a general design that is consisted of individual buildings. Under the light of the investigations carried out on the hill in the context of Letoon research, it has been observed that the some of the wall remains at the edge of the western slope from the theater to the city are partly showing structural characteristics of terracing. Therefore various excavations have been carried out in this area, since 2015. A dense part of ceramics belonging to the chronology from the Hellenistic Period and left behind in above mentioned studies is the subject of this article after four seasons. Although the conceptual connection of the ceramics derived from the land slide residues, to the terrace walls or the Late Antique Site is weak on the basis of the unclear finding statue, their evaluation within this article as a seperate study topic was deemed appropriate in regard to their origination of a rich group of various forms dated to a wide time interval. The aim of this study is to shed light on the Letoon ceramic repertoire, in the Hellenistic Period. It is reached to a conclusion that The Western Anatolia Local Production was intensed in the Hellenistic Period especially Ephesos, ceramics are remarkable. The most intense group in the Hellenistic Period ceramics is the embossed and moulded bowls. Second intense group includes both Anatolian Production of echinus bowls and rolled rim plates. The ceramic trade in the Hellenistic Period in the Lycian Region and the relations between the cities are in parallel with the cities where systematic excavations and ceramic studies are carried out. In line with these results, it has been tried to provide an overview of trade and relations between cities.
Elçin DOĞAN GÜRBÜZER
Cedrus VII (2019) 299-331. DOI: 10.13113/CEDRUS.201912
Geliş Tarihi: 18.03.2019 | Kabul Tarihi: 02.05.2019
Öz & Abstract
Antikçağ insanının kendini gerçeğe en yakın şekilde ifade edebildiği alan plastik sanattır. Söz konusu alanda mermer heykeller ve pişmiş toprak figürinler özel bir öneme sahiptir. Kilden üretilmiş olan figürinler, Ege coğrafyasında en erken üç boyutlu insan betimleri olarak karşımıza çıkar. MÖ VII. yüzyılın ortalarıyla birlikte bilim ve sanattaki bilginin ve estetik anlayışın gelişimine paralel olarak, heykeltıraşlar kireçtaşı ve mermeri gerçek boyutlarda insan figürleri oluşturmak için kullanmışlardır. Bu dönemden antikçağın sonuna dek anıtsal heykeltıraşlık eserleri, dinsel ve sosyal açıdan en güçlü ve zengin betimlemelerden biri olmuştur. Pişmiş toprak figürinler de büyük mermer eserler ile aynı kronolojiyi paylaşır. Buna karşın iki sanat dalı arasında işlevsel, anlamsal ve sınıfsal farklar bulunmaktadır. İşlevsel ve teknik açıdan aradaki büyük farklılıklara rağmen tipolojik ortaklıklar iki alan arasındaki etkileşimi ortaya koyar. Bu etkileşimin özelliklerini net bir şekilde anlamak için heykel ve pişmiş toprak figürin tiplerinin gelişimleri dönemsel olarak irdelenmelidir. Tarihsel süreçte, pişmiş toprak figürin ve heykel sanatı arasında stile öncülük etme noktasında bir rol değişimi olduğu görülmektedir. Belli dönemlerde anıtsal heykellerin izlerini taşıyan koroplastik eserler kimi zaman heykel sanatının gündemini de belirlemiştir. Böylece pişmiş toprak figürinler tip, ikonografi ve işlev açısından kendi dinamiklerine sahip eserler olarak antikçağ insanını ve onun yaşamını anlamada önemli bir role sahip olmuştur.
Since the very early period, one of the field of art which human being could be depicted in a real like manner have been the plastic art. In this field, stone sculptures and terracotta figurines have a special importance. In the region of ancient Aegean, the earliest human representations among three dimensional ones, had been the figurines made from clay. Within the middle of the VIIth century BC, in parallel with the progress of the knowledge in art and the sense of aesthetics, sculptors started to use the marble and the limestone in order to create livesize human figures. From then on, till to the end of ancient times, monumental sculptures were one of the most strong images in terms of religion and social life. Terracotta figurines share the same chronology with monumental sculptures. However, there have been some diffrences between two field of art in terms of their functions and meanings. In spite of the technical and funtional differences, tipological characteristics reveal the interraciton between these two fields. For understanding the characteristics of this interaction clearly, it is esential to examine the periodical progress of the terracotta figurines and monumental sculptures. It seems that there used to be a change of role between figurines and statues concerning to lead to the style. While terracotta figurines have the effects of specific monumental statues in certain periods, they also define the order of the sculpture in some periods. Consequently, as terracottas had their own dynamics in terms of type, iconography and function, they had a very important role for understanding the ancient people and their lives.
Nizam ABAY & Cüneyt ÖZ
Cedrus VII (2019) 333-344. DOI: 10.13113/CEDRUS.201913
Geliş Tarihi: 11.02.2019 | Kabul Tarihi: 06.04.2019
Öz & Abstract
Çalışmada Konya Koyunoğlu Müzesi envanterinde bulunan pişmiş toprak kandiller değerlendirilmiştir. Müze koleksiyonunda yer alan sekiz adet kandil beş tipe ayrılarak incelenmiştir. Bu kandillerden iki tanesi Hellenistik Dönem’e ait iken, diğer altı kandil Roma Dönemi’ne tarihlenmektedir. Kandillerden en erken tarihli olanı MÖ III. yüzyılın ortalarına, en geç tarihli olanı ise MS I. yüzyılın ikinci yarısı ile II. yüzyılın ilk yarısına tarihlenmiştir. Makalede incelenen kandillerin dört tanesi üzerinde figüratif ve bitkisel bezeme bulunmaktadır. Bu bezemelerin çoğu diskus üzerine yapılmıştır. Bitkisel bezeme olarak meyveli sarmaşık motifi görülür. Aslan ve katırın mücadelesi ile koşarken betimlenmiş ayı yavrusu motifi figüratif bezemeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar dışında bir kandilin diskusunda ise rozet bezemesi vardır. Tamamına yakını müzenin kurucusu tarafından satın alınarak müzeye bağışlandığı için kandillerin bulunduğu yerler hakkında bilgi sahibi değiliz. Olası atölye tespitleri analoji yöntemiyle aşılmaya çalışılmıştır. Bunun sonucunda özellikle Demlik Form (tea-pot) tipine ait kandillerin Anadolu üretimli olabileceğini düşünüyoruz. Konya Koyunoğlu Müzesi pişmiş toprak kandillerinin incelendiği bu makalede, küçük bir grup da olsa, kandillerin farklı tiplerden oluşması müzenin kandil koleksiyonunun oldukça zengin olduğunun bir göstergesidir. Değerlendirilen bu kandiller bölgenin kandil çeşitliliğinin anlaşılması açısından yararlı olacaktır.
This study evaluated terracotta oil-lamps that are in the inventory of Konya Koyunoğlu Museum. Eight oil-lamps in museum collection were scrutinized by being separated five categories. While two of those oil-lamps belong to Hellenistic Period, other six oil-lamps are dated to Rome Period. The earliest dated oil-lamp is dated to the midst of III. century BC; the latest dated one is dated to the second half of I. century AD and the first half of the II. century AD. The figurative and plantal ornament can be seen on four of the oil-lamps analyzed in the study. Many of related ornaments were processed on discus. Fruity creeper motif is observed as a plantal ornament. The motifs of a running baby bear and struggle of the lion and mule are the figurative ornaments. Besides, there is a rosette ornament on the discus of an oil-lamp. Since almost all of those oil-lamps were granted to the museum by the museum founder by purchasing, we are not informed on the locations of the oil-lamps. Probable atelier estimations have been carried out by analogy method. We think under these circumstances that especially the oil-lamps that are in Tea-pot form might be produced in Anatolia. Much as it is a small group, various types of oil-lamps in Konya Koyunoğlu Museum prove us the museum has a substantial oil-lamp collection. The related oil-lamps are beneficial in terms of being understood the oil-lamp variety of the region.
Arkeolojik Kontekstler Iṣıǧında Limyra Yöresel -yerel Mutfak Seramiǧinin Ana Formlarına Diakronik Bir Bakıṣ: Tencere ve Güveҫler (MS. 1. – 7.yüzyıl)
A Diachronical Outlook to Typical Forms of Regional-local Kitchen Ware from Limyra in the Light of Archeological Contexts: Cooking Pots and Casseroles (1st-7th centuries AD)
A Diachronical Outlook to Typical Forms of Regional-local Kitchen Ware from Limyra in the Light of Archeological Contexts: Cooking Pots and Casseroles (1st-7th centuries AD)
Banu YENER MARKSTEINER
Cedrus VII (2019) 345-364. DOI: 10.13113/CEDRUS.201914
Geliş Tarihi: 05.04.2019 | Kabul Tarihi: 15.05.2019
Öz & Abstract
Materyal kültürün temsilcisi olarak pişmiṣ toprak kaplar, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel soruları cevaplama ve deǧiṣimlere ıṣık tutma konusunda önemli bir rol oynar. Bu deǧerlendirmeye ilk adım ise öncelikle tipolojilerindeki diakronik geliṣmin bilinmesi ile atılabilir. Bu makalede Limyra antik kentinde 2001-2010 yılları arasında yapılan seramik çalışmaları baz alınarak farklı formlardaki tencere ve güveç tipleri, buluntu yerleri ve kontextleri bağlamında diakronik bir perspektifle ele alınmıştır. Bu yapılırken de pişirme ve ısıtma kaplarının yerel/ yöresel niteliklerinin daha iyi anlaşılabilmesi amacıyla karşılaştırmalar bilinçli olarak antik Lykia coğrafyası ile sınırlı tutulmuştur. Burada ayrıca Limyra pişirme/ısıtma kaplarına ait arkeometrik analiz sonuçları da ilk kez bilim dünyasına sunulmuş olup Doğu Lykia’da seramik üretiminin varlığı somut veriler aracılığıyla tartışma zeminine çekilmiştir. Makale tencere ve güveçlerde zaman icerisinde gözlenen morfolojik farklılıkların, esas itibariyle, sosyo-külturel ve ekonomik bir değişimin olabileceği vurgulanmış, bununla birlikte aynı kültür coğrafyası içerisindeki farklı seramik üretimleri ile bölgedeki mal sirkülasyonuna yönelik karşılaştırmalı araştırmaların gerekliliğine dikkat çekilmiştir.
As evidence of material culture, pottery plays an important role in answering socio-economic and soci-ocultural questions and keeping light on changes. The first step in this evaluation can be taken by knowing the diachronic changes in their formspektrum. In this article, main types of local-regional cooking pots and caserroles of four archaeological contexts and their finding complexes from Limyra will be given in the perspective of diacronic development which are based on the ceramic studies between 2001-2010. The comparations are limited conciously to the samples from Lycia in order to understand regional local contexts and their nature. The article also gives the results of archaeometrical analysis of local-regional ceramics from Limyra for the first time and opens the existence of an Eastern Lycian ceramic production to discussion. It is highlighted in this study that the morphological changes experiences throughouth the time can be a reflection of a social, cultural and economic change. Moreover, different ceramic production types in the same region demonstrates the necessity of the coparative research on the circulation of the goods in the region.
Hatice KÖRSULU & H. Ertuğ ERGÜRER
Cedrus VII (2019) 365-387. DOI: 10.13113/CEDRUS.201915
Geliş Tarihi: 19.01.2019 | Kabul Tarihi: 01.04.2019
Öz & Abstract
Philadelphia, Isauria-Kilikia Trakheia’daki Ketis Bölgesi’nde gösterilmektedir. Bugün Karaman İli Ermenek İlçesi’ne bağlı Gökçeseki (İmsiören) ve Çamlıca (Muallar) köylerinin hemen kuzeyindeki kalıntıların Philadelphia kentine ait olduğu önerilmektedir. Kentin Nekropolis’indeki kazılarda, basamaklı alt yapıya sahip podyumlu lahit mezarlar ortaya çıkarılmıştır. Lahitlerin hemen batı tarafında antik bir atık alan tespit edilmiştir. Bu çalışmada atık alandan ele geçen Doğu Sigillata A seramikleri ele alınmıştır. Toplam 19 adet DSA kabı tespit edilmiştir. Hayes’in sınıflandırmasına göre bunlar arasında Form 22, 36, 50, 51, 61, 105, Geç A ve B tipleri vardır. İki kaide parçası, Hayes Form 3-4 veya 28-30 aittir. İki parça ise yeni birer formdur. Hayes Form 22 ile Form 3-4 veya 28-30, Philadelphia DSA kaplarının en erken gruplarıdır. Bunlar MÖ geç II. yüzyıl ile MS I. yüzyılın ilk yarısına aittir. Hayes Form 105, MÖ I. yüzyıl sonları-MS I. yüzyıl başlarını tarihlenmektedir. Hayes Form 61 ile yeni birer form olan iki parça, Erken Roma Dönemi’ne verilmiştir. Bunların dışındaki kaplar, MS I.-II. yüzyıla girmektedir. İlk incelemelere göre söz konusu alanda seramikler, Geç Hellenistik Dönem’den, MS VII. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Birkaç parça ise Bizans Dönemi’ni işaret etmektedir. DSA kapları ise alanın alt kronolojisini, Geç Hellenistik ve Erken Roma Dönemi’ni göstermektedir. Bununla birlikte DSA kapları, Philadelphia’da en az Geç Hellenistik Dönem’den itibaren bir yerleşim olduğuna işaret etmektedir. Özellikle MS I.-II. yüzyıllarda ise kentin etkinliğinin arttığını göstermektedir.
Philadelphei is in the Cetis region in Isauria–Cilicia Tracheia. The ruins are suggested to belong to the north of the Gökçeseki and Çamlıca villages on the outskirts of Ermenek. Excavations in the necropolis was exposed some sarcophagi with a podium on a stepped platform. On the west side of the sarcophagi, an area used as a rubbish dump was uncovered. In this study Eastern Sigillata A Ceramics found here are examined. A total of 19 pottery pieces are determined. To the classification of Hayes, Form 22, 36, 50, 51, 61, 105 and types of Late A and B are found in Philadelpheia/Imsiören. Two pieces of bases belong to the Hayes Form 3-4 or 28-30. Two other pottery pieces seem to be as new forms. The Hayes Forms 22 and 3-4 or 28-30 are the earliest groups of ESA ceramics from Philadelpheia. These groups date from the late IInd century BC to the first half of the Ist century AD. Hayes Form 105 is dated to the end of the Ist century BC and the beginning of Ist century AD while the piece of Hayes Form 61, and two pieces —new forms- can be dated to the Early Roman Empire period. Except for these examples the other finds are from the Ist and IInd centuries AD. The ceramics in the area were from the Late Hellenistic Period to the VIInd century AD. Several containers point to the Byzantine Period. ESA vessels show the lower chronology of the area, Late Hellenistic and Early Roman Period. However these finds indicate that İmsiören was inhabited from at least the Late Hellenistic period and that the economic and social activity increased, particularly during the Ist and IInd centuries AD.
Sevgi SARIKAYA
Cedrus VII (2019) 389-414. DOI: 10.13113/CEDRUS.201916
Geliş Tarihi: 07.03.2019 | Kabul Tarihi: 02.05.2019
Öz & Abstract
Bu makalede Ortaçağ’da kaleme alınmış ve İskender’den sonraki olayları konu edinen anonim bir eser olan Heidelberg epitome üzerinde durulmaktadır. Çalışmada konunun ana özüne geçmeden önce, İskender sonrası olaylar üzerine yazılmış başlıca antik kaynaklar hakkında genel bir bilgi verilmektedir. Tarihyazıcıları bu dönemi genellikle Diadokhoi tarihi adı altında incelemeyi tercih etmektedirler. Bununla birlikte Hieronymos ve Nymphis gibi çağdaş tarih yazarlar ise Diadokhoi ve Epigonoi olmak üzere iki başlık altında ele almaktadırlar. Bu makalede konuyla ilgili antik kaynaklar; evrensel tarih, tematik ve epitome şeklinde üç başlık altında değerlendirilmektedir. Doğrudan Diadokhoi tarihine odaklanan tematik ve epitome eserlerin ortak yönleri günümüze kadar ulaşmamasıdır. Geç bir döneme ait olan Heidelberg epitome, Diadokhoi tarihiyle ilgili yapıtlarla kıyaslandığında temel ve özgün bir kaynak değildir. Buna karşın Arrianos’un “İskender’den Sonraki Olaylar” çalışmasından sonra büyük bir bölümü iyi korunmuş olması bakımından önem arz etmektedir. Yitik olan Heidelberg’in MÖ 323 yılında İskender’in ölümüyle başlayan olay örgüsünü, nerede sonlandırdığı tam olarak bilinmemektedir. Bu eserden kalan fragmanlar, MÖ 305/304 yılındaki olaylarla son bulmaktadır. Heidelberg yazarının ya farklı kaynak kullanmasının ya da metni özetleyen kişinin neden olduğu bazı hatalar dışında aktardığı veriler, öncülü diğer yapıtlarla paralellik ve uyumluluk sergilemektedir. Ancak metnin yazarının yararlandığı eserleri tespit etmek pek de mümkün değildir. Belirlenebilmesinin önündeki en büyük engel yazarın ve özetleyenin kim olduğuna ilişkin bilgi eksikliğidir. Bununla birlikte temel başvuru kaynağının, Diadokhoi tarihçileri arasında en etkili ve yetkin biri olan Hieronymos’un eseri olduğu neredeyse kesindir.
The article focused on the Heidelberg epitome, which was written in the Middle Ages and was an anonymous summary of events after the death of Alexander. In the study, firstly, was given general information about the primary sources of events after Alexander. The ancient historians usually preferred to study this period under the name of the history of Diadochi (Successors). However, contemporary historiographers such as Hieronymus and Nymphis, have studied this period under two headings as Diadochi and Epigoni. In this article, the sources of Diadochi are examined under three headings as universal history, thematic history and epitome. The works of thematic history and epitome do not survive to the present day in its complete form, but various references to it have survived. Most of it comes from the Roman period and is necessarily derivative. It is particularly difficult to recreate the original sources. The exact date of Heidelberg epitome and the name of the epitomator are unknown. Heidelberg epitome, which was written in a late period, is not a primary and original source compared to the works dealt with the history of the Diadochi. However, this epitome is one of the well preserved works after Arrian’s Events after Alexander. It is understood from the remaining fragments of epitome that it began with the death of the Alexander and ended with the events in 305/304 BC which Antigonus, Ptolemy, Lysimachus had proclaimed themselves kings. There are some historical errors in Heidelberg that result from the use of different resources or the scholar who summarizes the text. However, Heidelberg came out to be the same as that of nearly all the sources for the Diadochi, and it is simple and obvious. The ultimate source of historical material is uncertain. Besides it certainly used Hieronymus as his primary source.
Mesut KINACI & Kansu EKİCİ
Cedrus VII (2019) 415-439. DOI: 10.13113/CEDRUS.201917
Geliş Tarihi: 12.02.2019 | Kabul Tarihi: 06.04.2019
Öz & Abstract
Büyük İskender’in kurmuş olduğu imparatorluk onun ölümünün ardından halefleri (diadokhoi) arasında bitmek bilmeyen mücadelelere neden olmuştur. Haleflerinden her birinin amacı Makedonya’dan Hindistan’a ve Mısır’a kadar uzanan geniş topraklara Büyük İskender gibi tek başına hükmetmek olmuştur. Bu amaç doğrultusunda hareket eden ve giderek güçlenen iki halef Antigonos Monophthalmos ve Lagos’un oğlu Ptolemaios hem karada hem de denizde çakışan çıkarları doğrultusunda karşı karşıya gelmişlerdir. Söz konusu halefler yaptıkları diplomatik hamlelerle gerek siyasi gerekse de ekonomik yönden birbirlerini ekarte etmeye çalışmışlar, özellikle Doğu Akdeniz’de söz sahibi olmak için bölgenin önemli deniz üssü Kıbrıs Adası için savaşmışlardır. Hem karada hem de denizde yapılan muharebeler sonrasında adayı ele geçiren Antigonos Monophthalmos ve oğlu Demetrios, ele geçirdikleri stratejik önemi haiz bu adayı, I. Ptolemaios’a ve onun hem ticari hem de siyasi müttefiki Rhodos’a karşı askeri bir üs olarak kullanmışlardır. Antigonos ve Demetrios, genel olarak Akdeniz üzerinde hâkim güç konumunda bulunan Rhodos Adası ve I. Ptolemaios’a karşı bir üstünlük mücadelesine girişmiştir. Bu çalışmada Antigonos ve Demetrios’un sözü edilen bölgeleri denetim altına almak amacıyla MÖ 306-304 yılları arasında Mısır ve Rhodos odaklı yürüttükleri yayılmacı politika analiz edilerek, topografya, savaş planı, taktikler ve kronoloji açısından yeni bir bakış sunulması amaçlanmaktadır.
The empire founded by Alexander the Great led to endless struggles among his successors (diadokhoi) after his death. The goal of each of his successors was to dominate and rule on their own in the vast lands from Macedonia to India and Egypt, as Alexander the Great did. To achieve their purpose and ambitions, the two successors. Antigonos Monophthalmos and Ptolemaios, the sons of Lagos, who gradually became powerful, confronted with each other on both in land and in the sea. The successors in question tried to eliminate one another in terms of politically and economically by their diplomatic moves They especially wanted to be dominant in the East Mediterranean and fought each other to control Cyprus Island which was an important naval base in the region. They used Cyprus Island as a naval base against their political rival, the Rhodes. Both Antigonos and Demetrios attempted to have a supremacy over the Rhodes Island and Ptolemaios I., in general, which were the dominant powers in the Mediterranean. This study deals with analysing the expansionist policy of Antigonos and Demetrios who endeavoured to take those mentioned regions such as Egypt and the Rhodes under their control between the years of 306-304 BC and it also aims to present a new perspective in terms of topography, war plan, tactics and chronology.
L. Ufuk ERDOĞAN
Cedrus (2019) 441-448. DOI: 10.13113/CEDRUS.201918
Geliş Tarihi: 03.03.2019 | Kabul Tarihi: 25.04.2019
Öz & Abstract
Günümüz Antalya ilinin Demre ilçesi içinde yer alan Kekova Adası üzerinde yapılan araştırmalarda adanın üç farklı bölgesinde üç ayrı kıyı yerleşimi bulunmaktadır. Bu yerleşim alanlarından biri adanın batı ucundaki Tersane Koyu Yerleşimi, diğeri adanın kuzey yamacında bulunan Kuzey Yerleşim, sonuncusu ise adanın doğu ucunda bulunan Fener Yerleşim Alanıdır. 2012 – 2018 yılları arasında Ada üzerinde yapılan araştırmalarda yok denecek kadar az sayıda seramik buluntu ele geçmiştir. Buna karşın Ada çevresinde yapılan sualtı araştırmalarında ise çok fazla sayıda değişik form ve dönemlere ait seramik parçaları ile karşılaşılmıştır. Bunların bir kısmı adadan atılmış seramik parçalarıyken bir kısmı da bu ticaret güzergâhını kullanan gemilere ait seramiklerdir. Bu seramikler içinde Ada üzerinde altı, sualtında ise üç adet olmak üzere tüme yakın ve parça halinde toplamda dokuz adet kandil tespit edilmiştir. Çalışmamızı oluşturan bu kandiller hem benzerleri ile karşılaştırılıp hem de buluntu yerleri ile değerlendirilmiş ve tarihlendirilmişlerdir. Değerlendirilmesi yapılan kandillerden altısının Ada’nın yoğun yerleşime tanıklık ettiği Geç Antik Dönem’e, birinin ise daha erken bir tarihe ait olduğu görülmüştür.
There are three different coastal settlements in three different regions of the island in the researches on the island of Kekova, which is located in Demre district of Antalya province. One of these settlements is the Tersane Bay Settlement on the west end of the island, the North Settlement located on the northern slope of the island, and the last one is the Fener Settlement Area on the eastern end of the island. In the surveys conducted on the island between 2012 and 2018, few ceramic finds were found. On the other hand, in the underwater surveys around the island, a large number of different forms and periods of ceramic fragments were encountered. Some of these are thrown from the island while some of them belong to the ships that use the trade route. A total of nine lamps were found in these ceramics, 6 of which were on the island and 3 of them underwater. These lamps, which constitute our study, have been evaluated and dated with their similarities and places. Six of the oil lamps evaluated were the Late Antiquity witnessed by the island’s dense settlement, and one of them was III. century AD.
Handegül CANLI
Cedrus VII (2019) 449-461. DOI: 10.13113/CEDRUS.201919
Geliş Tarihi: 16.01.2019 | Kabul Tarihi: 25.05.2019
Öz & Abstract
Bu çalışmada, Isauria Bölgesi’nde bulunan Philadelphia (Gökçeseki) Kazısı’ndan elde edilmiş olan bir adet gemme üzerindeki Aphrodite betimi, gerek değerli taş özellikleri gerekse üzerinde bulunan betimi yönünden değerlendirilecektir. Bilindiği üzere betimler gemme üzerinde, yüzük üzerine oturan yüzeyine değil, dış tarafına gelen kısmına kazınmaktadır. Ancak Gökçeseki örneğinin şimdiye kadar bilinen benzer eserler içinde, kazımanın yüzük üzerine oturan cepheye işlendiği tek örnek olduğu görülmüştür. Bu örnekle birlikte antikçağda uygulandığı bilinen kameo ve intaglio tekniğinin yanı sıra, üçüncü bir teknik olarak ‘tersten kazıma’ tekniğinin de uygulandığı görülmektedir. Roma İmparatorluk Dönemi’nde özellikle Iulius-Cladiuslar zamanında, diğer eserlerde olduğu gibi, küçük objeler üzerindeki betimlerde de Klasizm ve Hellenistik Dönem’e öykünme akımları başlar. Burada betimlenen Aphrodite, bu açıdan da ikonografik olarak ele alınacaktır; kollarını yukarı doğru kaldırarak dolanmış saçını tutması, Aphrodite’nin Anadyomene tipinin bir varyasyonunu ile ilişkilendirilecektir. Sonuç olarak eser, kült ve ikonografinin yanı sıra, küçük boyutlu malzemeye farklı bir teknik uygulanarak aktarımının gösterilmesi açısından incelenecektir.
In this study, a gem with an Aphrodite image on it, obtained from the Philadelphia (Gökçeseki) Excavation in the Isaurian Region will be evaluated in terms of its valuable stone as well as the cultic and iconographical features of the figure. As known, the depictions on the gemme are carved, not on the surface placed on the bezel setting, but to its exterior part. Under the similar finds the Gökçeseki example appears to be the single one with the carving at the surface. Along with this example, it is seen that in addition to the known cameo and intaglio techniques used in ancient times, a third technique, which is the ‘reverse intaglio’ technique was applied. In relation to the small size of the material, skillful work was carried out in the Roman Empire period, especially during the Iulius-Cladius period. Especially retrospective trends to the Classical and Hellenistic Periods began in large scale and on small objects. In relation to this fact, the Aphrodite will be traced also iconografically which leads us to a variation of the Anadyomene type of Aphrodite. As a result, the ring will be examined in terms of both its cultic and iconogrphical aspects and in the aspect of the transfer of a well-known type to a small sized material with a new technique.
Ayşe YAKUT
Cedrus VII (2019) 463-485. DOI: 10.13113/CEDRUS.201920
Geliş Tarihi: 10.02.2019 | Kabul Tarihi: 20.04.2019
Abstract & Öz
Bu makalede, Dion Khrysostomos’un İmparator Traianus’a ithaf ederek oluşturduğu krallık söylevlerinde (Περὶ βασιλείας: or. 1-4) sunduğu «ideal» kral tasviri incelenmektedir. Hatip, krallık söylevlerinde bir yandan, bir kralın sahip olması gereken erdemlere ve uzak durması gereken erdemsizliklere yoğunlaşırken; bir yandan da şiir, müzik, felsefe ve hitabet gibi kültürel kazanımlardan beslenme ve giyinme gibi temel hususlara dek uzanan özel bir eğitim ve yaşam önerisi sunar. Ayrıca, «ideal» krala özgü temel erdemlerden biri olarak gördüğü dostluk konusu üzerinde de durur. Hatip bu söylevlerinde, hem Hellen bilgeliği çerçevesinde yönetimin iyileşmesi ve kötüye gitmemesi adına, Roma imparatorunu muhatap alan ideolojik bir yaklaşım sergiler; hem de ismini zikretmeden Domitianus ve Traianus’un sahip olduğu niteliklere atıfta bulunarak onların kişiliklerine ayna tutar. Böylece, hatibin «ideal» kral tasviri incelendiğinde, Traianus ideolojisi ve adı geçen imparatorlarla ilgili duygu ve düşünceleri ortaya çıkmış olur.
This article examines the literary portrayal of the ideal king in Dio Chrysostom’s kingship orations (Περὶ βασιλείας: or. 1-4), which were dedicated to Empe-ror Trajan. The orator, on the one hand, focuses on the inner qualities of a king on the level of virtues and vices. He, on the other hand, offers a specific educational prog-ramme ranging from cultural achievements in poetry, music, philosophy and oratory to basic human needs, such as nutrition and clothing. And he puts emphasis on friendship as a royal virtue. In his kingship orations, Dio Chrysostom takes an ideological approach to the Roman emperor in accordance with the standards of the Greek wisdom and aims to improve the Roman government and prevent the moral corruption of the emperor; he also mirrors Domitian’s and Trajan’s characters with some implicit references to their qualities. In this way, when the description of the ideal king is examined Dio’s Trajanic ideology and his feelings and sentiments about the mentioned emperors are revealed.
Ünal DEMİRER & İsmail BAYTAK
Cedrus VII (2019) 487-496. DOI: 10.13113/CEDRUS.201921
Geliş Tarihi: 29.04.2019 | Kabul Tarihi: 05.06.2019
Abstract & Öz
It is understood that the drawings incised on a block inside the late period walls adjacent to the Agora of Cibyra were the models of a postament which is widely used as an architectural element in monumental buildings, especially during the construction activities of the IInd century A.D. It is known from the literature that wooden patterns were used as models in the course of the construction of ancient buildings. Some detailed architectural drawings incised in the stone have survived. However, this template in Cibyra is unique, providing evidence of ancient architectural design and practice with its perfect profiles and dimensions which defined the manufacturing phases for a single architectural element employed in construction.
Kibyra Agorası’nın bitişiğindeki geç döneme ait bir bloğun üzerine kazınmış çizimlerin anıtsal binalarda, özellikle MS II. yüzyılda gerçekleştirilen imar faaliyetleri boyunca yoğun olarak kullanılan anıtsal binalarda mimari eleman olarak kullanılan postamentin modelleri olduğu anlaşılmaktadır. Mevcut literatürden anlaşıldığı üzere antik binaların inşasında ahşap kalıplar model olarak kullanılmaktaydı. Taşa kazınmış bazı detaylı mimari çizimler günümüze ulaşmıştır. Ancak Kibyra’daki bu şablon mükemmel profilleri ile antik mimari tasarım ve uygulamanın ve inşa sürecinde kullanılan tek bir mimari elemanın üretim aşamalarını belirleyen boyutların bir kanıtını sunması bakımından ünik bir örnektir.
Murat TAŞKIRAN & Selçuk ÇAPRAK
Cedrus VII (2019) 497-510. DOI: 10.13113/CEDRUS.201922
Geliş Tarihi: 02.02.2019 | Kabul Tarihi: 08.04.2019
Öz & Abstract
Bursa Arkeoloji Müzesi’ne satın alma yoluyla kazandırılan Korinthos başlığı, üzerindeki bezeme kuşağıyla farklı bir örneği yansıtmaktadır. Müzede 9087 envanter numarasıyla sergilenen başlık akanthos’lar ile bezenmiş ve akanthos’ların hemen üst tarafında boş kalan alanlar farklı bitki betimlemeleriyle süslenmiştir. Aynı zamanda abakus bölümüne Korinthos başlıklarında çok fazla rastlanmayan Lesbos kymationu işlenmiştir. Bu makalede, başlığın tüm detayları ele alınarak dönemsel ve bölgesel özellikleri irdelenmiştir. Akanthos’lar ve Lesbos kymationu’nun stil gelişimi araştırılarak başlığın tarihi belirlenmeye çalışılmıştır. Dört cephesine işlenen bitkisel motiflerin kimliği konusunda çeşitli öneriler sunulmuştur. Ayrıca başlık üzerindeki bezeme şeması, hem bölgedeki örnekler hem de başka başlıklarla karşılaştırılarak bezemelerin stil gelişimi ortaya konulmuştur.
A Corinthian capital (Inv. No. 9087) acquired through purchase by the Bursa Museum stands out with its decorative scheme. On display at the garden of the Museum, the capital is decorated with acanthus leaves and various floral motifs in the field over the acanthuses. In addition, its abacus is decorated with Lesbian cymation, which is quite unusual for Corinthian capitals. This article surveys all the characteristics of the capital exploring its regional features and the period it belongs to. It will be endeavored to date the capital through the stylistic development of acanthus leaves and Lesbian cymation. An attempt will be made to identify the floral motifs rendered on all four sides of the capital. Furthermore, the stylistic development of the decorative scheme attested on the capital will be explored through regional and other examples.
Güray ÜNVER
Cedrus VII (2019) 511-543. DOI: 10.13113/CEDRUS.201923
Geliş Tarihi: 05.05.2019 | Kabul Tarihi: 02.06.2019
Öz & Abstract
Makalede Karia kentlerinde özel şahıslarının kent imarına yönelik bağışları ele alınmaktadır. Bu kapsamda Hellenistik Dönem’e tarihlenen toplu bağışlar, faizsiz borçlar ve bireysel bağışlar, ayrıca Roma Dönemi’ne tarihlenen bireysel bağışlar ve vakıflar karşılaştırmalı olarak incelenmiş, MÖ III. yüzyıldan MS II. yüzyıl sonuna kadar geçen süreçte Hellenistik Dönem’deki ve Roma Dönemi’ndeki toplumsal yapı değişiminin bağışlar üzerindeki etkileri sorgulanmıştır. Bağışların nitelikleri, ilişkili oldukları yapılar ve bağışları gerçekleştiren özel şahısların motivasyonları ve kent içindeki sosyal ve politik konumları analiz edilmiştir.
In this article, the contributions and donations of individuals to urban development in Carian cities are discussed. Within this context, contributions, loans and donations dated to Hellenistic period, also donations and foundations dated to Roman period are comparatively examined. Besides, from IIIrd century BC to the end of the IInd century AD, the effects of differentiation of social structures in Hellenistic and Roman Periods on contributions and donations are investigated. Related buildings, qualities and quantities of contributions and donations, also social and political status and motivations of individuals who are documented as donators or contributors of building activities, are analyzed.
Hüseyin UZUNOĞLU
Cedrus VII (2019) 545-555. DOI: 10.13113/CEDRUS.201924
Geliş Tarihi: 13.02.2019 | Kabul Tarihi: 25.03.2019
Öz & Abstract
Bu makalede, Tire Müzesi’nde korunan toplam 5 tane yeni Hellence yazıt tanıtılmaktadır. İlk yazıt, Kaystros Vadisi’nin en büyük kırsal yerleşimlerinden birisi olan Bonitai katoikia’sı tarafından prostoon’un yapımına/onarımına 150 denaria katkıda bulunan ve Artemis rahibeliği ile gymnasiark’lık görevlerini de üstlenmiş Tatiane’nin onurlandırılması ile ilgilidir. İkinci yazıt MÖ III/II. yüzyıla tarihlediğimiz ve genellikle Dioskouroi ile ilişkilendirilen bir epitheton olan Anakes’e yapılan bir adaktır. Üçüncü yazıt, Kaystros Vadisi’nde kullanılan Pharsalos Era’sına göre MS 170/171 yılına tarihlenen ve Zeus Glaukas’a Diodoros tarafından Athenodoros için sunulan bir adak stelidir. Stelin üzerinde yer alan bir çift göz betimi, Athenodoros’un gözlerinden hasta olduğunu ve bir şekilde iyileştiği için tanrıya karşı olan şükranının ifade ettiğine işaret etmektedir. Dördüncü ve beşinci yazıtlar mezar yazıtı olup ilki harf karakterine göre MS II. yüzyıla, diğeri ise MS 348/349 ya da MS 385/386 yılına tarihlenmektedir.
This article presents 5 new Greek inscriptions kept today in the Tire Museum. The first inscription concerns the honouring of a certain Tatiane by one of the largest rural settlements of the Cayster Valley, the katoikia of Bonitai. The inscription reveals that she held the priestesshood of Artemis, performed the gymnasiarchia and contributed 150 denaria to the construction/restoration of the prostoon. The second inscription dated to 3/2. cent. B.C. is an ex-voto dedicated to Anakes, who are mostly associated with the Dioskouroi. The third inscription is also a votive stele dedicated to Zeus Glaukas by a certain Diodoros on behalf of an Athenodoros and dated exactly to 170/1 A.D. according to the Pharsalan Era employed in the Cayster Valley. The represention of a pair of eyes on the stele indicates that Athenodoros was coping with an ocular disorder and expressed his gratitude to the god for his recovery. The fourth and fifth inscriptions are funerary stones, the former of which belongs to II. cent. AD. according to its lettering style and the latter is dated to 348/9 AD. or 385/6 AD.
Şenkal KİLECİ
Cedrus VII (2019) 557-573. DOI: 10.13113/CEDRUS.201925
Geliş Tarihi: 05.03.2019 | Kabul Tarihi: 19.04.2019
Öz & Abstract
Öz: Bu makale 2014 yılında Perge kazılarında bulunan yazıtlı ve menekşe damarlı bir sütun üzerinedir. Anadolu’daki menekşe damarlı sütunlar genellikle Synnada mermeri olup Roma İmparatorluğu’na bağlı mermer ocaklarından çıkarılmaktadır. Sekiz satırlık yazıt barındıran bu sütun, rahibi tarafından Zeus Soter’e adanmıştır. Zeus Soter’e ilişkin tapılar çoğunlukla savaş, doğal afet, yıkım, uzun soluklu seyrüseferler zamanında veya kritik zamanlarda gerçekleştirilmektedir. Sütun, hem harf karakteri hem de kentten Synnada mermerine ilişkin başka epigrafik bir veri göz önüne alınarak MS II. yüzyıla tarihlendirilmiştir.
Abstract: This article introduces an inscribed violet-veined column found during the excavations in Perge in 2014. The violet-veined columns in Anatolia are mostly from Synnada which was a property of Roman Empire. The eight-line Hellenic inscription shows that this is dedicated to Zeus Soter. This god was worshipped mostly during the time of war, natural disaster, catastrophe, before and after the long-termed navigations or at a critical time. Based upon its lettering and an epigraphical evidence about Synnadic marble found in Perge, this column is dated to AD IIth century.
Fevziye EKER
Cedrus VII (2019) 575-587. DOI: 10.13113/CEDRUS.201926
Geliş Tarihi: 20.04.2019 | Kabul Tarihi: 19.05.2019
Öz & Abstract
“Ekinözü Lahdi” 2012 yılının Mayıs ayında Kahramanmaraş-Ekinözü İlçesi’ne tarafımdan yapılan bir ziyaret sırasında Yukarı İçmeler Mevkii’ni gezerken dikkati çeken bir lahittir. Arkeolog gözüyle daha yakından incelemek ve farklı bir yapıya sahip olduğu düşünüldüğünden bu lahdi bilim dünyasına kazandırmak amacı ile çalışmaya başlanmıştır. Lahit 1995 yılında Ekinözü Belediyesi tarafından gerçekleştirilen bir inşaat kazısı sırasında ortaya çıkarılmıştır. Çıktığı anda herhangi bir rapor tutulmamış olmalıdır ki belediyede de lahit ile ilgili olarak yazılı kayıtlara rastlanmamıştır. Kazıyı gözlemleyenlerin ifadesine göre; lahdin ortaya çıkarıldığı alanda lahit ile aynı malzemeden yapılmış defne yaprağı şeklinde bir de tas ortaya çıkarılmış ancak bu tas kırılmış ve herhangi bir kayıt altına da alınmamış olduğundan ve bu tasın lahit ile ilişkili olup olmadığı kesinlik kazanmadığından değerlendirmeye alınmamıştır. Alanda yine çok sayıda pişmiş topraktan su künkleri ortaya çıkarılmıştır.
Çalışmada lahdin bulunduğu alanda herhangi bir arkeolojik çalışma yapılmadığından nekropolis alanında mı ortaya çıktığı veya buraya taşınmış mı olduğu, ya da ölü gömme adetleri ve lahdin nekropoliste ne şekilde durduğu konusunda bir şeyler söylemek pek mümkün olmamıştır. Bundan dolayı sadece ikonografik ve kronolojik değerlendirilmesi yapılarak yerel üretim olup olmadığı konusu irdelenmiş ve sonraki dönemlerde kullanım şekillerine değinilmiştir. Bu makale ile Kahramanmaraş Müzesi kayıtlarında olmayan lahdin bilim dünyasına kazandırılması sağlanmış olacaktır. Belki bu sayede eserin müzeye taşınması veya envanterlenerek kayıt altına alınması, ayrıca bulunduğu alanda arkeolojik araştırmalar yapılması da sağlanacaktır.
“Ekinözü Sarcophagus” is a sarcophagus that attracted my attention while visiting the Yukarı İçmeler region during a visit to Kahramanmaraş-Ekinözü district in May 2012. It has been started to work in order to ex-amine it more closely by looking at with the eye of an archaeologist and to gain this sarcophagus to the scientific world since it is thought to have a different structure. The sarcophagus was uncovered during a construction excavation conducted by the municipality of Ekinözü in 1995. No reports might have been kept at the time of its excavation as there were no written records about the sarcophagus in the municipality. However, according to the testimony of those who observed this excavation; a bowl, which was in the form of the bay leaf made of the same material as the sarcophagus, was uncovered in the same area, but that stone was broken and was not recorded. It was not taken into consideration because it was not certain whether it was related to the sarcophagus. In the area, a large number of burnt clay water pipes were uncovered as well.
In this study, since any archaeological research was not carried out in the area where the sarcophagus found, it was not possible to say anything about whether the sarcophagus was uncovered in the necropolis area or if it was moved here, or how the burial customs were made and how the sarcophagus stood in the necropolis. Therefore, it has been scrutinized whether it is a local production by just evaluating iconographically, and it is mentioned the ways in which they are used in the following periods. With this article, the sarcophagus which is not in the records of Kahramanmaraş Museum will be gained to the scientific world. Perhaps in this way, it will be possible to transfer the work to the museum or to be recorded by taking its inventory, as well as to carry out archaeological research in the area where it was found.
Alper GÖLBAŞ
Cedrus VII (2019) 589-605. DOI: 10.13113/CEDRUS.201927
Geliş Tarihi: 12.02.2019 | Kabul Tarihi: 16.03.2019
Öz & Abstract
Dünya’da yapılan ilk sualtı araştırmaları iç sularda başlamış ve bu çalışmaları Avrupa’da çeşitli göllerde yapılan dalışlar oluşturmuştur. Arka planında arkeolojik amaçlardan ziyade hazine avcılığı veya antikacılık zihniyeti bulunan söz konusu çalışmalar yıllarca devam etmiştir. Bir arkeoloğun suyun altına dalış yaptığı ilk örnek Meksika’da yer alan “Chichen Itza” tapınağının yanındaki bir obrukta 1904’te gerçekleşmiştir. Su altında kendi bütünselliği ile bir batığın bir Arkeolog tarafından ilk olarak kazıldığı yer ise (Gelidonya Burnu Batığı 1960) Türkiye’dir. Ülkemizde yaklaşık 50 yıldır fiili olarak yapılmakta olan Sualtı Arkeolojisi çalışmaları dünya ölçeğinde önemli bir yere sahip olsa da ülkemizde yürütülen geleneksel Arkeoloji çalışmalarının yanında sayısal olarak çok daha küçük bir yer tutmaktadır. Çalışma oranının karada yürütülen çalışmalar yanındaki göreli azlığı, bilinirliğin de az olmasına sebebiyet vermektedir. Dünyada yürütülen çalışmalar zaman içinde alt dallara ayrılmış özgün bir terminoloji oluşmuştur. Ülkemizde ise terminolojik çalışmalara ağırlık verilmemiştir. Günümüzde İngilizce Underwater Archaeology ‘nin birebir Türkçe çevirisi olan “Sualtı Arkeolojisi” kavramı yaygın ve en kapsayıcı tabir olarak tercih edilmiş olsa da bilim dünyasında bunun dışında çok sayıda benzeri alt dal da mevcuttur. Bu çalışmada söz konusu alt dalların içerikleri ve terminoloji sorunsalı ile bunlara önerdiğimiz Türkçe karşılıklar ele alınmıştır.
Pioneering underwater researches in the world began in inland waters and such studies mainly comprised of diving at various lakes in Europe. With antiquarian or treasure hunting motives in the background rather than archaeological purposes, these researches continued for years. The first ever dive by an archaeologist was carried out in 1904 at a cenote near the “Chichén Itzá” temple in Mexico. It is in Turkey (Cape Gelidonya wreck, 1960) that the first shipwreck to be excavated in its entirety from the seabed by an archeologist. Although underwater archaeology studies, which have been actively conducted for about 50 years in Turkey, are considered to be significant at a global scale; they are much smaller in terms of quantity in comparison with traditional archaeological research carried out in Turkey. The relative scarcity of underwater studies compared to terrestrial ones results in reduced recognition levels. Studies conducted globally have gradually divided into subbranches and a unique terminology emerged. Meanwhile, terminological studies have not been given priority in Turkey. Although the term “Sualtı Arkeolojisi [Underwater Archaeology]” a direct translation from English to Turkish, has been adopted for being the most common and comprehensive one, a number of similar other subbranches also exist in science world. This study deals with the contents of the said subbranches, terminology as a research question and Turkish equivalents we suggest for terms.
Banu ÖZÜŞEN & Ertan BECEREN
Cedrus VII (2019) 607-625. DOI: 10.13113/CEDRUS.201928
Geliş Tarihi: 10.04.2019 | Kabul Tarihi: 17.05.2019
Öz & Abstract
Tarihi bir bütün olarak açıklama ve anlamada önemli kanıtlar sunan arkeolojik alanlar ve kültür varlıkları her dönemde ekonomik gelişme, savaş ya da kaçak kazılar gibi yıkıcı etkilerle karşı karşıya kalmıştır. Bu etkilerden en önemlisi ise kaçak kazı problemidir. Problem tek taraflı bir oluşum değildir. Her ne kadar yasa dışı ticarette pazarın arz tarafı önemli bir rol üstlense de talep tarafı da piyasaya güçlü bir yön vermektedir. Problemin en önemli özelliği olan gizliliği, kaçak kazıların boyutunu tespit edebilmede güçlük arz ederken diğer taraftan da bu kazıların yarattığı yıkımı ölçmenin gerekliliğini daha önemli hale getirmektedir. Kültür varlığı kaçakçılığı ve yasa dışı ticareti ile çoğunlukla sınır aşan bir suç niteliği şeklini alması ve insanlığın kültürel mirasına geri dönüşü olmayan zarar vermesi, sorunun tespiti ve özellikle çözüm yolları konusunda disiplinler arası çalışmaların gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bu çalışma, kaçak kazı problemi ve ölçüm metotları, yasa dışı eski eser ticaretine katılan kaçak kazıcılar, aracılar ve izledikleri yöntemler üzerine yapılmıştır. Çalışma ile ayrıca kaçak kazı probleminin dünyanın genelinde bulunduğunun ancak Türkiye gibi zengin tarihi mirasa sahip ülkelerin sorundan önemli ölçüde etkilendiğinin görülmesi amaçlanmıştır.
The archaeological sites and antiquities which provide significant evidence for the explanation and the understanding of history as a whole have suffered destructive effects of economic development, war or looting in every period. The most important one of these destructive effects is the problem of looting. It is not a one-sided problem. While the supply side of the market plays a major role in the illicit trade, the demand side also gives a strong direction to the market. Being a component of the nature of the problem, secrecy brings forth difficulty in the determination of the extent of looting; on the other hand, it give critical importance to the assessment of the destruction wreaked by looting. The fact that the looting of antiquities causes irreversible damage to the cultural property of the humankind and the illicit trade of antiquities generally constitutes a transnational crime brings about the necessity of interdisciplinary studies concerning the identification and especially the solutions of the problem. This study scrutinizes the problem of looting; the methods for the assessment of looting; the illicit excavators and the intermediaries involved in the illicit trade of antiquities along with the methods they follow. Additionally, the study aims to present the fact that the problem of looting occurs in most parts of the world; however, countries like Turkey which have a rich historical heritage are significantly affected by the problem.
Zafer DUYGU
Cedrus VII (2019) 627-662. DOI: 10.13113/CEDRUS.201929
Geliş Tarihi: 27.12.2018 | Kabul Tarihi: 01.02.2019
Öz & Abstract
Paulus, birçok araştırmacıya göre geleneksel Hristiyanlığın kurucusudur. Çünkü İsa’nın tarih sahnesinden çekilmesi sonrasında, “İsa Mesih’in hizmetkârı” (δοῦλος Χριστοῦ Ἰησοῦ) ve “ulusların havarisi” (ἀπόστολος τῶν ἐθνῶν) olduğu iddialarıyla ortaya çıkmış; Mesih’in ölümü ve dirilişi rivayetlerine soteriyolojik anlamlar yüklemiştir. Geleneksel Kilise ise Paulus’un bu doğrultudaki teolojik görüşlerini esas almaktadır. Ancak tarihsel açıdan bakıldığında burada birçok soru yükselmektedir. Bunlar arasında iki tanesi bilhassa öne çıkmaktadır. Birinci olarak, Paulus’un Mesih’in şahsiyeti ve öğretileri ile Yahudi Yasası ve kurtuluş kavramı gibi olgulara yönelik savları, bizzat İsa’nın yaşamı sırasında vaaz ettiği öğretilerle çelişmektedir. İkinci olarak, Elçilerin İşleri Kitabı’nda verilmek istenen temel mesajın tersine, Paulus’un İsa’nın havarileriyle hiçbir zaman “birlik” içinde hareket etmediği ve onlarla “din kardeşi” olmadığı, fakat aksine onlar tarafından adeta “düşman” olarak görüldüğü anlaşılmaktadır. İsa ve Paulus çağında, Galilaia (Celile), Samareia (Samiriye) ve Kudüs’ü de içeren Ioudaia (Yahudiye) gibi bölge ve eyaletlerden oluşan Filistin, Romalıların kontrolü altındadır. Nitekim Paulus ile Kudüs havari cemaati arasında siyasi duruşları itibariyle de ciddi farklar göze çarpmaktadır. Bu bağlamda anlaşıldığı kadarıyla Paulus, Mesih’e iman ettiği iddiasının öncesinde de sonrasında da, I. yüzyılın birinci yarısında Romalıların ve ayrıca Romalılar adına yönetici güç olarak bölgede varlık gösteren Herodesler ile Yüksek Rahip tarafından oluşturulan siyasi otoritelerin bir temsilcisi olarak hareket etmiştir. Roma iktidarını benimsemeyen bağımsızlık yanlısı Yahudi cephesi açısından ise Mesih kavramı siyasi direniş düşüncesinin sembolü olmuştur. Dolayısıyla, Paulus’un siyasi kişiliği ve faaliyetleri; hem Yeni Ahit metinlerine yansımayan muhtemel amaçlarının ortaya konulması, hem de Hristiyanlığı ortaya çıkaran gelişmelerin anlaşılması açısından önem taşımaktadır.
According to many scholars, Paul is the true founder of Christianity, because after Jesus withdrew from history, he came in view with the claim to be the “servant of Jesus Christ” (δοῦλος Χριστοῦ Ἰησοῦ) and “the Apostle of the Gentiles” (Ἀπόστολος τῶν ἐθνῶν); and he also gave new soteriological meanings on the accounts of the death and resurrection of Christ. Thus the traditional Church is based on the theological opinions of Paul accordingly. But historically, many questions come to the surface and two of them stand out. Firstly, Paul’s claims on the personality and doctrines of Christ and on the Jewish Law and the phenomenon of the salvation disagree with the doctrines preached by Jesus in his lifetime. Secondly, the contrary to the basic message of the Book of the Acts of the Apostles it is understood that Paul never acted in unity with the original apostles of Jesus and that he was not their coreligionists but was strongly opposed by them. In addition to this, the ancient Palestine is under Roman occupation during the time of Jesus and Paul, and there are serious politically differences between Paul and the apostolic community in Jerusalem. It is observed that both before and after his claim that he believed in Christ, Paul acted as a member of the occupant or collaborator front that was represented by the Romans, Herodians and High Priest in Palestine in the first half of the first century. As for the terms of the antioccupation front, the concept of the Messiah was the symbol of the goal of political independence. In this context, the political personality and political activities of Paul is important for both detecting his covert purposes and the birth of Christianity.
Orçun ERDOĞAN & Burcu CEYLAN
Cedrus VII (2019) 663-679. DOI: 10.13113/CEDRUS.201930
Geliş Tarihi: 13.03.2019 | Kabul Tarihi: 04.05.2019
Öz & Abstract
Geç Antik Çağ’da Hristiyan ayinlerinin gerçekleştirildiği başlıca yapı tipi olan bazilikal planlı kiliseler, kendi içlerinde farklı çeşitlemeleri ve boyutlarıyla; yeni mekân eklemeleri, küçük değişiklikler ve tamiratlar gibi birtakım müdahalelerle, VII. yüzyıla kadar kullanılmaya devam etmiştir. Doğu Roma İmparatorluğu’nun “Karanlık Çağ”ının sona ermesiyle, bu bazilikaların da çoğu yıkıntı haline gelmiş ve terk edilmiştir. Bunu izleyen dönemlerde, bazı eski yıkıntı bazilikaların içlerine küçük boyutlu ve genelde tek nefli yeni şapeller inşa edilmiştir. Bu yeni şapeller, küçük ölçekleri ve basit litürjik kurgularıyla, düzenli gerçekleştirilen büyük ayinlere hizmet edecek kapasiteye uygun tasarlanmamış görünmekte; dolayısıyla Geç Antik Çağ bazilikalarının Orta Çağ’daki bu türlü dönüşümlerinin başka gerekçeler temelinde değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu makalede “kilise içinde kilise” uygulaması, eski kilise alanının anlamı ve devamlılığı bağlamında tartışılmaktadır. Bu giriş niteliğindeki çalışmamız, bir yandan “kilise içinde kilise” uygulamasının altında yatan temel sebebin eski kutsal alanı canlı tutmakla ilgili olduğunu göstermişken; Lykia’da tanımlayabildiğimiz birtakım örneklerin hac, anı ve mezarlık kiliseleri işlevinde kullanılmalarının yanı sıra; bazı durumlarda küçük çaplı ve sadece belli başlı ayinlere hizmet eden şapeller olarak hizmet gördüklerine işaret etmiştir.
Basilicas as the main church type of Early Christianity, with diversity of type and scale, continued to be used at least until the turn of the VIIth century, with additions, modifications and repairs. The end of “Dark Ages” of Byzantine Empire found most of these basilicas in ruins or abandoned. In the later stages, smaller, mostly single nave chapels were constructed within the ruins of these former basilicas. The new chapels were almost inadequate to host a regular mass, with their small size and simple layout. Therefore, other motives must be considered behind the reuse of the Late Antique basilicas in the Middle Ages. The article discusses the phenomenon of “church in church” with the concepts of continuity and meaning of the site. This preliminary study indicates that the underlying motive of building a so called “church in church” is essentially related to keeping the former sacred area alive and the Lycian examples show that some of these functioned as pilgrimage, memorial and cemetery churches as well as chapels used probably for some small-scale rites rather than regular ceremonial masses which are expected to be celebrated in a larger space.
Haluk KORTEL
Cedrus VII (2019) 681-694. DOI: 10.13113/CEDRUS.201931
Geliş Tarihi: 06.04.2019 | Kabul Tarihi: 20.05.2019
Öz & Abstract
Hindistan’ın Müslüman Türkler tarafından fethi ve idaresi yalnızca siyasi ve sosyal alanlarda değil bilim, kültür ve eğitim-öğrenim alanlarında da önemli değişimlere neden olmuştur. Bu değişimin en belirgin ve hızlı yaşandığı dönem ise hiç kuşkusuz bütün Hindistan coğrafyasının fethinin gerçekleştirildiği Delhi Sultanlığında Türk hanedanlarının iktidarda bulundukları dönem (1206-1414) olmuştur. Hindistan’da fetihler sonrasında kurulan Müslüman idaresinin kalıcı olmasını sağlayan önemli faktörlerin başında, Delhi Türk Sultanları’nın kurdukları eğitim kurumları gelmektedir. Müslüman fatihler ve idareciler oldukları için amaçları yeni ülkeler fethetmek, buralarda İslamiyet’i yaymak olduğundan, Delhi Türk Sultanları İslam dünyasındaki eğitim sistemini Hindistan’a getirip uyguladılar. Bu bakımdan devrin temel eğitim kurumları mektep ve medreseler idi. Dönemin ilköğretim müfredatı ise, okuma-yazma ve temel aritmetik bilgisini içeriyordu. Yükseköğretim kurumları medreselerde okutulan dersler arasında tefsir, hadis, fıkıh ve kelâm gibi İslamî bilimlerin yanı sıra Arapça dilbilgisi, mantık, felsefe, matematik, tıp ve güzel yazı yer alıyordu. Saray da bir okul olarak, özellikle devlet adamı yetiştirmek veya mesleki eğitim vermek üzere görev yapmaktaydı. Bu makalede ise şimdiye kadar ülkemizde ele alınmayan Delhi Türk Sultanlığı dönemi eğitim kurumlarını kaynakların verdiği bilgilerin ışığı altında incelemeye çalışacağız.
The conquest and rule of India by Muslim Turks has led to significant changes not only in the political and social spheres but also in the fields of science, culture and education. The most obvious and rapid period of this change was the period of Turkish dynasties in the Sultanate of Delhi (1206-1414). One of the most important factors that make the Muslim administration established after the conquests in India is the educational institutions established by the Delhi Turkish Sultans. Since they were Muslim conquerors and administrators, their aim was to conquer new countries and to spread Islam in these areas. The Turkish sultans of Delhi brought the education system in the Islamic world to India. In this respect, the main educational institutions of the period were maktabs and madrasas. The elementary curriculum of the period included literacy and basic arithmetic knowledge. Among the courses taught in the madrasas of higher education institutions were İslamic sciences such as tafsir, hadith, fiqh, and theology, as well as Arabic grammar, logic, philosophy, mathematics, medicine, good-writing and calligraphy. The palace also served as a school, in particular to educate statesmen or to provide vocational training. In this article, we will try to examine the educational institutions of Delhi Turkish Sultanate in the light of the information provided by the sources.
Serkan KILIÇ
Cedrus VII (2019) 695-703. DOI: 10.13113/CEDRUS.201999
Geliş Tarihi: 01.03.2019 | Kabul Tarihi: 04.04.2019
Öz & Abstract
Bu çalışmada, Antalya’nın Korkuteli ilçesinin Yeşil-yayla kasabasında yer alan Osmanlı Dönemi’ne ait Eski Kerpiç Camii ele alınarak tanıtılacaktır. İnşa tarihi bilinmeyen caminin inşasında kabayonu taş ve kerpiç malzeme kullanılmıştır. Dikdörtgen planlı olan camii içten ahşap düz tavan, dıştan ise kırma çatıyla örtülmüştür. Tavanın merkezinde yer alan sembolik kubbe, bağdadi tarzda tasarlanmıştır. Zengin kalemişi süslemelere sahip olan caminin harim bölümünde, çevre ilçe ve köylerde de görülen zengin duvar resimleri mevcuttur. Özellikle yapının içerisindeki Sultanahmet ve Süleymaniye Camii tasvirleri dikkat çekicidir. Yapı plan, malzeme ve süslemeleri bütün ayrıntılarıyla incelenerek hem çevre ilçe, kasaba ve köylerdeki camiler hem de Anadolu Türk Sanatı içerisindeki yeri ve önemi ortaya konulmaya çalışılmıştır. 20. yüzyılın hemen başlarında inşa ettirildiği düşünülen ve mahallî sanatçıların özel becerilerini ortaya koyduğu camilerin tamamında geleneksel ahşap mimarisinin taşradaki şaşırtıcı örneği olması ayrıca önemlidir. Günümüzde ibadete açık olan cami, 2013 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından aslına uygun bir şekilde restore ettirilmiştir.
In this paper, ruined adobe mosque belonging to the Ottoman Period in Yeşilyayla town of Korkuteli, Antalya will be discussed. Stone and adobe materials were used in the construction of the mosque, which was unknown to date. The rectangular mosque is covered with a wooden flat roof and the outside is covered with a cracked roof. The symbolic dome in the center of the ceiling is designed in a vineyard style. There are rich wall paintings of the mosque, which has rich artifact decorations, also seen in the surrounding towns and villages. Especially, the depictions of Sultanahmet and Süleymaniye Mosque within the structure are remarkable. The building plan, materials and decorations were examined in detail and the place and importance of the mosques in the surrounding towns, and villages and the place and importance of them in Anatolian Turkish Art were tried to be put forward. It is also important that the traditional wooden architecture in all of the mosques that were built at the beginning of the twentieth century and where the local artists showed their special skills is a surprising example in the countryside. The mosque, which is now open to worship, was restored in 2013 by the General Directorate of Foundations.
Sibel YARAR
Cedrus VII (2019) 705-721. DOI: 10.13113/CEDRUS.201933
Geliş Tarihi: 19.04.2019 | Kabul Tarihi: 01.06.2019
Öz & Abstract
Bu çalışmada Antalya ili Akseki ilçesinde yer alan ve ilçede ayakta kalan en eski camilerden biri olan İbradı Süruri Vezir Paşa camiinin geçirdiği değişiklikler belge ve fotoğrafların ışığında anlatılacak ve yakın çevresindeki örneklerle karşılaştırılıp bir değerlendirme yapılacaktır. Cami dikdörtgen planlı, ahşap direkli ve kırma çatılıdır. Yapıda biri camiye diğeri ise minareye ait iki kitabe bulunmaktadır. Yapıya ait eski iki görsel caminin geçirdiği yapısal değişiklikleri anlamada yardımcı olmaktadır. Elde olan tüm verilerden bugünkü caminin yerinde olan eski caminin yanarak tamamen yok olduğu ve yerine Süruri Paşa’nın gayretleriyle yenisinin yapıldığı anlaşılmaktadır. Yapının yeniden inşasından sonra farklı dönemlerde bazı değişiklikler yapılmıştır. Özellikle minarenin birkaç kez değiştiği gözlenmiştir. Yapının ismi daha önceden ‘İbradı Büyük Camii’ ve ‘İbradı Merkez Camii’ gibi isimlerde anılırken yakın tarihte yapılan bir talep üzerine bugünkü ismi ile değiştirilmiştir. Bu değişiklik sırasında yapının eskiden Camii Kebir olarak anıldığı ortaya çıkmıştır. Cami tüm değişikliklere rağmen iç mekandaki bağdadi kubbesi, ahşap tavanları ile yöresel ve dönemine özgü özelliklerini koruyarak günümüze kadar gelmiştir.
In this article Süruri Vezir Paşa Mosque, which is situated İbradı district in Antalya will be represented by the help of documents and photographs, evaluated by comparing with the local samples. Mosque has a rectangular shaped plan, wooden pillars and hipped roof. Bulding has two inscription, one is belongs to Mosque other is Minaret. Two old dated photographs related to Mosque helps to understand constructural changes of the building. All this datas make clear that there was a former mosque which is fired and distroyed completely than the present mosque has builded by the help of Süruri Paşa. After building the new mosque some changes have been done in different times articularly on its minaret. Formerly name of the mosque is mentioned ‘İbradı Big Mosque’ and ‘İbradı Central Mosque’, in the near past name of the mosque has been changed to present name on demand. On the progress of changing its name, old name of mosque which is named to be ‘Great Mosque’ came to existence. Despite all the changes made on mosque, it has survived till today preserving timber- work central dome and woodwn ceiling which were typical features at times.
Cengiz MUTLU
Cedrus VII (2019) 723-740. DOI: 10.13113/CEDRUS.201934
Geliş Tarihi: 02.05.2019 | Kabul Tarihi: 07.06.2019
Öz & Abstract
Dokuzuncu Ordu Kıtaatı Müfettişi göreviyle Samsun’a gönderilen Mustafa Kemal Paşa, burada Rum çetelerinin sebep olduğu asayişsizlikleri gidermek hususunda yerel yetkililerle görüşmüştü. Anadolu’daki kumandanlıklar ve valilerle haberleşen Mustafa Kemal Paşa, onları Millî Mücadele etrafında toplamaya çalışmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın planı, Millî Mücadele için birlik ve beraberliğin sağlanması ve teşkilatlanmanın tamamlanmasıydı. İstanbul’a gönderdiği telgrafında Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin Samsun’u mahallî idarecilere haber vermeden işgal ettiğini, bu durumun devletin nüfuzunu sekteye uğrattığını, İngilizlerin Rumlarla işbirliği içinde olduğunu bildirmekteydi. Havza’ya geçen Mustafa Kemal Paşa, etrafındakilere ümitsizliğe kapılmamalarını, memleketin kurtulacağına inanmalarını telkin etmiştir. Burada Millî Mücadele’de ilk millî tepki olan Havza Genelgesi’ni yayımlayan Mustafa Kemal Paşa, genelge ile işgallere karşı ilk resmî başkaldırıya imza atmıştı. Bu genelge ile millî teşkilatların kurulması lüzumu, işgallere tepki olarak mitingler yapılmasını, İstanbul Hükümeti ve İtilaf Devletlerine telgraflar çekilmesini, İtilaf Devletleri’nin işgal gerekçesi olarak kullandığı Hristiyan halkın güvenliğinin sağlanmasını, millî bilincin uyandırılması gereğini tüm askerî ve mülkî amirlere duyurmuştur. Millî Mücadele’nin halka benimsetilmesini amaçlayan ve bunu direnişlerle, mitinglerle yöntem olarak belirleyen Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’dan beri gizli tuttuğu amacına ulaşmada önemli bir merhaleyi geride bırakmıştı. Erzurum ve Sivas Kongreleri öncesinde Mustafa Kemal Paşa’nın faaliyetleri Millî Mücadele’yi tek elden yönetmede en önemli amillerden biri olmuştur.
Mustafa Kemal Pasha, who was sent to Samsun as the inspector of the ninth army continent, had met with local authorities in order to eliminate the insecurity caused by the Greek gangs. Mustafa Kemal Pasha, who communicated with the commanders and governors in Anatolia, tried to gather them around the National Struggle. Mustafa Kemal Pasha’s plan was to ensure unity and solidarity for the National Struggle and to complete the organization. In his telegram to Istanbul, Mustafa Kemal Pasha stated that the British occupied Samsun without informing the local administrators, that this situation interrupted the influence of the state and that the British cooperated with the Greeks. Mustafa Kemal Pasha, who went to the Havza, induced that the people around him should not despair and believe that the country would be saved. Here, Mustafa Kemal Pasha, who issued the Havza Circular, the first national reaction in the National Struggle, signed the first official revolt against the invasions. This circular requires the establishment of national organizations, rallies in response to invasions, the Istanbul government and the Allied States to send telegrams, the use of the Allied Powers as a reason for the occupation of the security of the Christian people, the need to awaken the national authority. Mustafa Kemal Pasha, who aimed to make people adopt the National Struggle and determine it as a method with resistance and rallies, had left behind an important stage in achieving the goal he had kept secret since Istanbul. Before Erzurum and Sivas Congresses, the activities of Mustafa Kemal Pasha were one of the most important actors in directing the National Struggle.
Alpaslan ÖZTÜRKÇİ
Cedrus VII (2019) 741-755. DOI: 10.13113/CEDRUS.201997
Geliş Tarihi: 05.03.2019 | Kabul Tarihi: 02.05.2019
Öz & Abstract
Siyasal parti kongreleri, parti yönetim kurullarının faaliyetlerinin değerlendirildiği, partinin ideolojisinin belirlendiği ya da yeniden tanımlandığı ve partilerin makro politikalarının belirlendiği platformlardır. Türkiye’de çoğulcu demokratik sistemi hayata geçirmek amacıyla 7 Ocak 1946 tarihinde kurulan Demokrat Parti, kuruluşundan tam bir yıl sonra Birinci Büyük Kongresini yaptı. Bu kongre Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir muhalefet partisinin yaptığı ilk kongre olmasının yanında Türkiye’de bir siyasal partinin gerçekleştirdiği ilk demokratik kongredir. Çalışmanın amacı demokrasinin vazgeçilmez iki unsuru olan siyasal katılım ve ifade özgürlüğü bağlamlarında Demokrat Parti Birinci Kongresi’nin demokratik karakterini tespit etmektir.
Political party congresses are the platforms where the activities of the party boards are evaluated, the ideology of the party is determined or redefined, and the parties’ macro policies are determined. Democratic Party, which was found on January 7, 1946 to implement a pluralist democratic system in Turkey, held its First Grand Convention after a full year from the establishment. Along with being the first congress held by an opposition party in Turkish Republic history, it is also the first democratic congress held by a political party in Turkey. The purpose of the study is to reveal democratic characters of The First Grand Congress of Democratic party as regards two indispensable elements of democracy; the political participation and “the freedom of expression.