Akdeniz Uygarlıkları Araştırması Enstitüsü tarafından hazırlanan Cedrus, Türkiye tarihsel coğrafyası perspektifinde Akdeniz Havzası’nın kültür-tarih birikimini inceleyen Eskiçağ, Ortaçağ ve Yeni-Yakınçağ tarihi uzmanları için tartışma zemini bulacakları disiplinlerarası bir süreli yayın olmayı hedeflemektedir. CEDRUS, farklı disiplinlerden gelen bilim insanları arasında diyaloğun geliştirilmesi, var olan bilginin güncellenmesi ve yaygınlaştırılması süreçlerine katkı sağlayacak özgün ve bilimsel çalışmaları akademi dünyasının ilgisine sunmayı amaçlar. CEDRUS uluslararası hakemli bir dergi olup yılda bir kez yayımlanır.
Dergi HakkındaKünyeArşivYayın İlkeleriMakale Gönderme
İçindekiler
Deniz KAPLAN – Serra DURUGÖNÜL
Cedrus VI (2018) 1-12. DOI: 10.13113/CEDRUS.201801
Geliş Tarihi: 22.05.2018 | Kabul Tarihi: 16.06.2018
Öz & Abstract
Tarsus Müzesi’ne bağlı Aziz Paulus Kilisesi’nin –Anıt Müze– bahçesinde, revak altında bulunan eser, mimari bir eleman olan aedicula’nın önündeki bir konsol üzerinde oturan bir kadın betimlemesine sahiptir. Her ne kadar başı korunamamış olsa da, ikonografik özellikleri onun Antiokheia Tykhe’si olduğuna dair şüphe bırakmaz. Kolların ve bacakların pozisyonu olsun, figürün torsion’u ve Orontes nehri ile aralarındaki zıt duruş veya sol ve sağ kol arasında uzanan kıvrım gibi benzerlikler, Tarsus Tykhe’sinin de başarılı bir replik olduğunu göstermektedir.
Az sayıdaki benzer örnek ışığında, Tykhe’nin MS II. yüzyıla tarihlendirilmesi mümkün görülmektedir. Zaten istatistiki bir genelleme yapıldığında Tykhe heykelciklerinin üretiminin MS II. yüzyılda yoğunlaştığı dikkati çekmektedir. Heykelin giysisinin sunduğu stilistik veriler mimari bezeme tarafından da desteklenmektedir ve eser, geç Hadrianus Dönemi’ne ve hemen sonrasına tarihlendirilebilmiştir.
Heykelin aedicula’nın sütunları içerisinde değil de, önünde ve bir konsol üzerinde yükseldiği bir kompozisyonun örnekleri bilinmemektedir. Bu durum, heykelde ve süslemede de takip edilen yerelliğin mimari tasarımdaki bir yeniliği olarak yorumlanabilir. Aedicula, kamusal yapıların iç ve dış cephe mimarisinde kullanılmaktadır. Tykhe heykeli bulunan aedicula, Tarsus’taki kamusal bir yapıya ait olmalıdır.
In the garden of the church of St. Paul, which is part of the Tarsus Archaeological Museum, an architectural piece with a figural high relief is to be observed: In front of an aedicula is a console, on which a woman in high relief is seated. Eventhough the head of the woman is not preserved, her iconographical features show obviously that she presents the Tyche of Antiokheia: The position of her arms and legs, the torsion of her body and the contrary movement of Tyche and Orontes as well as the fall of the drapery between the left and right arms all point out to a successful replica of Tyche in Tarsus.
As the high relief figure of Tyche handled in this article shows quite local stylistic features, only few comparison material is available; according to those, it seems possible to date Tyche to the IInd century AD. This date is supported by the stylistical characteritics of the architectural decoration and the piece is to be dated to the late Hadrianic Period and maybe just thereafter.
The fact that the figure of Tyche is not positioned within the columns of the aedicula but in front of it and on a console, seems to be so far unique. This must be interpreted as a new local architectural design. The local taste can be traced also in the details of Tyche as well as in the architectural decoration. Aediculae are applied to the interior and exterior fassades of public buildings so that it can be suggested that this piece with Tyche can also be part of a public edific
Şükrü ÖZÜDOĞRU
Cedrus VI (2018) 13-64. DOI: 10.13113/CEDRUS.201803
Geliş Tarihi: 21.05.2017 | Kabul Tarihi: 02.06.2017
Abstract & Öz
Çalışma kapsamında, bugün Burdur ili Gölhisar ilçesi sınırları dâhilinde bulunan Kibyra antik kentinde, 2006 yılında başlayıp halen sürdürülen kazı ve araştırmalar sonucunda ele geçmiş ya da ortaya çıkarılmış olup, Geç Antikçağ’a atfedilen verilerin genel bir sunumu ve değerlendirmesi yapılmıştır. Böylece geç dönem yerleşim karakterinin; mimari, sosyal, kültürel, dinsel yönleriyle belirlenebilmesi amaçlanmıştır. Kibyra’da özellikle MS 417 yılında yaşandığı kayıtlara geçmiş olan bir deprem felaketi sonrası, kentin mimari peyzajının radikal biçimde değiştiği ve kapladığı alanın küçülerek, Agora merkezli, surla çevrelenmiş bir Geç Antikçağ yerleşime dönüştüğü tespit edilmiştir. Kentsel yaşam boyutundaki sosyal, kültürel, ekonomik ve mekânsal gerilemenin nedenleri, aynı dönem içinde tüm Asia Minor yerleşimlerinde daha önce ortaya konmuş veriler ve sonuçları ışığında tartışılmıştır. Ayrıca Kibyra’da Hıristiyanlığa ilişkin bilinenler, yeni buluntu ve bulgular dikkate alınarak tekrar gözden geçirilmiş ve varılan sonuçların genel bir sunumu aktarılmıştır. Bugüne değin ele geçen veriler, geç dönem kentinin MS V. ve VI. yüzyıllardaki değişimi daha anlaşılır kılmaktayken, VII. yüzyıl ve sonrasına ait veriler henüz oldukça zayıf ve çok yetersizdir. Ele geçen maddi kültür verileri, MS 417 depremi sonrası, Kibyra’da kentsel yaşamın MS VI. yüzyıl sonlarına kadar nispeten yoğun, sonrasında ise belli belirsiz ya da oldukça eğreti biçimde, tarihlendirme yöntemi çok güvenilir olmayan birkaç küçük buluntuya dayanarak, ancak MS IX. yüzyıl sonlarına kadar sürdürüldüğünü göstermektedir.
The study is about the Late Antiquity of Cibyra located today in Gölhisar town, in Burdur province, in which the excavations have been held since 2006. The findings and archaeological remains dated to Late Antiquity will be qualified and rendered in the study. Hence, it is aimed to define late era’s general characters of architectural, social, cultural, religious dimensions. It’s known that 417 A.D. earthquake changed the city’s architectural landscape. After the catastrophe, the city got smaller and it’s boundaries remarked by Agora centered city walls. The reasons of socio cultural regression, economic shrinkage, and spatial construction are discussed in the light of former information which has been held in other contemporary Asia Minor city’s excavations. On the other hand, some former knowledge about Christianity has been improved in terms of new findings and remains of ancient city. Even if findings have made city’s Vth – VIth A.D. centuries clear, VIIth century A.D. and later are still ambiguous. Material of cultures findings have revealed that the demographic structure of the city was relatively dense between 417 A.D. earthquake and VIth century A.D. Even though, it is known that there was a settlement around 9th century A.D. after VIth century A.D., nevertheless, demographic density was ambiguous, because findings are rare and weak for scientific speculation and reflections.
İsa KIZGUT
Cedrus VI (2018) 65-104. DOI: 10.13113/CEDRUS.201802
Geliş Tarihi: 22.11.2016 | Kabul Tarihi: 06.06.2017
Abstract & Öz
Bu Klasik Dönem’in sonuna dek Lykia’nın başkenti olan Ksanthos’tan 1884 yılında British Museum’a götürülen Payava Lahti, iki mezar odalı, ahşap mimari öykünmeli ve kabartmalarla bezeli bir lahittir. Orta blok, güney dar yüzde; ayakta duran iki figür taçlandırma eylemi içindedir. Savaş giysili figürlerden solda duran ve taçlanan Payava’dır. Kazandığı zaferlerden ötürü onur tacı takılmaktadır. Sağ yanda yer alan yazıt bu savı doğrulamaktadır. Doğu uzun yüzde anlatılan savaş sahnesinde Payava atın üstündedir ve sahnenin merkezine yerleştirilmiştir. Karşısındaki satrap isyanına katılan askerlere galip geleceği anlaşılmakta, arkasından gelen atlı askerleri ikinci planda kalmaktadır. Kapağın her iki yüzünde birer quadriga sahnesi yer almaktadır. Kapak dar yüzlerde ise, üstte karşılıklı birer sphenks, altta ise karşılıklı oturan erkek ve kadın figürleri yer alır. Sphenksler mezar koruyucu olarak düşünülmeli ve öncüleri Ion sanatının vazo ressamlığına koşut giden Klazomenai lahitlerinde aranmalıdır. Karşılıklı oturan kadın-erkek figürleri de mezar sahiplerini yani Payava ve karısını temsil etmelidir. Kiriş üzerinde ise doğu yüzde savaş, batı yüzde av sahnesi işlenerek Lykia aristokrasisinin ideal tasviri tamamlanmış olur. Yapılan biçem kritiği ile bu anıt MÖ 360-350 yılları arasına tarihlenebilmekte, tarihsel olaylar da bu bulguyu desteklemektedir.
The Payava Sarcophagus, which was taken to the British Museum in 1844 from Xanthus, the Lycian capital until the end of the Classical Period, is a sarcophagus with two burial chambers and rich decoration of reliefs and imitation of wooden architectural elements. The two figures on the middle block of the southern face, are seen in a crowning scene. The one to the left, which is armored, is Payava, receiving an honorary crown for his victories. This fact is confırmed by an inscription on the right side. On the combat scene depicted on the eastern broader side, Payava is on horseback and occupies the center of the scene, giving a clear idea of his victory over the opponent soldiers who are seen involved in the Satrap Revolt. The cavalrymen behind him are of a minor importance. On both of the broader sides of the lid, a quadriga scene is seen. On the narrower sides, two sphinxes at the upper, a man and a woman figure sitting are depicted facing each other. The sphinxes should be considered as apotrophaic figures of funerary decorations and should be traced back to Clazomenaian Sarcophagi, which are parallels of the Ionian pottery. The man and woman sitting opposite to each other must have been representing Payava and his wife. The hunting on the western and combat scene on the western part of the beam completes the ideal representation of the Lycian aristocracy, since a Lycian noble should fight well, should be a good hunter and besides being a good athlete he should be good father. The stylistic analysis revealed that this sarcophagus was manufactured within the period of 360- 350 BC, a date which is supported by historical facts.
Sinan ÜNLÜSOY
Cedrus VI (2018) 105-124. DOI: 10.13113/CEDRUS.201804
Geliş Tarihi: 08.02.2017 | Kabul Tarihi: 10.03.2017
Abstract & Öz
Bu makalede, Batı Anadolu’da İlk Tunç Çağı (MÖ III. binyıl) dönemini kapsayan binyıllık süreçte gerçekleşen toplumsal dönüşümler tartışılmaktadır. Bu bağlamda özellikle İlk Tunç Çağı’nın tüm gelişim aşamalarının izlenebildiği Batı Anadolu’daki merkezi yerleşmelerde gözlemlenen değişikliklerin nasıl bir toplumsal düzene ve dönüşüme işaret ettiği üzerinde durulacaktır. MÖ III. binyılın ilk yarısında istikrarlı ve ağır ilerleyen bir gelişim gösteren İTÇ Batı Anadolu toplumu özellikle binyılın ortalarından itibaren ani ve hızlı bir değişime uğrar. Bu durum özellikle Batı Anadolu İTÇ yerleşmelerinde anıtsal mimari, aşağı-yukarı kent ayrımı gibi mekân kullanımına ve tasarımına ilişkin yeniliklerin ortaya çıkmasının yanı sıra, uzun mesafeli ticaret ilişkilerinin yoğunlaşmasına ve gösteriş amaçlı tüketime işaret eden bazı ekzotik nesnelerin varlığı ile kendisini belli eder. Yaklaşık MÖ 2200’lere gelindiğinde ise bu gelişmelerin sekteye uğradığı görülmektedir. İTÇ’de gözlemlenen toplumsal dönüşümler her biri bir diğerinin devamı olan üç ana dönem altında incelenecektir. Bunlardan ilki İlk Tunç Çağı’nı şekillendiren gelişmelerin temellerinin atıldığı “Başlangıç” dönemi, ikincisi anıtsal mimari, kalaylı tunç ve çömlekçi çarkı gibi tüm bu gelişmelerin ani ve hızlı bir toplumsal dönüşümle gerçekleştiği “Olgunlaşma ve Dönüşüm” dönemi, üçüncüsü ise Anadolu’nun birçok yerinde yıkım ve yangın tabakalarıyla kendini belli eden “Buhran ve Çöküş” dönemi olarak adlandırılmaktadır. Ayrıca, tüm bu aşamaların İTÇ toplumunun ekonomik ve siyasi yapısını nasıl etkilemiş olabileceği üzerinde durulmaktadır.
This article considers the social transformations as reflected in the archaeological record from western Anatolian Early Bronze Age sites during the III. millennium B.C. From the changes in the EBA in western Anatolia, it is obvious that around 2500 B.C. some major changes occur both in the material culture and in the architecture. This newly established culture manifests itself especially through the monumental representations of centralized buildings surrounded by heavily built fortifications. These architectural developments correspond with the introduction of wheel-made pottery and the appearance of some other new types of import objects. Cultural development during this time can also be observed from the intensive use of metals. These developments indicate the ability of western Anatolian EBA society to participate in long distance exchange and the trade in commodities. After this rapid development, we find a period of apparent “decline” and a break with earlier traditions. The subject at stake is the attempt to determine the dynamics behind such a vast scale of cultural change. The cultural transformation that took place during the III. millennium B.C. in Western Anatolia is analysed in three phases; An “introductory” phase, in which the foundations of the EBA period are established. A second phase, characterized by sudden and rapid changes, when ruling elites emerge and invest in prestige building and conspicuous consumption. A third and final phase, was when all of these developments came to a sudden end. Finally, the general implications of these changes for the social and political structure of EBA society are considered.
Barış GÜR – Emre ERDAN
Cedrus VI (2018) 125-138. DOI: 10.13113/CEDRUS.201805
Geliş Tarihi: 23.05.2017 | Kabul Tarihi: 02.06.2017
Abstract & Öz
Bu çalışma Kemal Uğurbil Koleksiyonu’ndaki Batı Anadolu kökenli Erken Tunç Çağı’na tarihlenen bir grup gaga ağızlı testiyi içermektedir. Çalışmamıza konu olan testilerin sayısı sekizdir. Tamamı koleksiyona satın alma yolu ile kazandırılmıştır. Testilerin ikisi düz dipli, altısı ise üç ayaklıdır. Farklı hamur, renk ve tekniklerde üretilmiş olan eserlerin tamamı perdahlıdır. Testilerin hepsi el yapımıdır. Farklı tarihlerde satın alma yoluyla koleksiyona kazandırılan eserlerin pek çoğunun geliş yeri belli değildir. Buna karşın örneklerin hemen tamamı Troia-Yortan Kültür Bölgesi etkileri taşır. Bu bağlamda söz konusu seramiklerin Yortan ve yakını arkeolojik sahalardan elde edildiği düşünülebilmektedir. Bu çalışmada incelenen testiler, geniş bir zaman diliminde, salt üretim noktalarında değil, aynı zamanda Batı ve İç Batı Anadolu’nun çeşitli kültür grupları ve adalarda, Anadolu ile bağlantılı bir kültürel yapılanma izleyen yerleşimlerde karşımıza çıkmaktadır.
This study includes beaked jugs dated to the Early Bronze Age Western Anatolian origin in the Kemal Uğurbil Collection. The number of beaked jugs in this work are eight. They were all acquired into the collection by way of purchase. Two of the jugs are flat based, six of them have three legs. All of the jugs were produced in different clays and polished in different techniques. Also they are all handmade. Many of the jugs were brought to the collection by purchasing at different times it is not certain where they come from. However, almost all of the samples belongs to the Troia-Yortan Cultural District. In this context, it can be thought that the beaked jugs are obtained from Yortan and its nearby archeological sites. The beaked jugs examined in this study are invesitigated not only in possible production points but also in various cultural groups of Western Anatolia, Inner Western Anatolia and Aegean Islands in a period of time following a significant cultural changes occurring in Anatolia.
F. Eray DÖKÜ
Cedrus VI (2018) 139-158. DOI: 10.13113/CEDRUS.201806
Geliş Tarihi: 09.04.2017 | Kabul Tarihi: 31.05.2017
Öz & Abstract
Demir Çağı’nda Kabalis Bölgesi olarak anılan, ardından Hellenistik ve Roma Dönemi’yle, Kibyra kentinin güçlenmesiyle birlikte Kibyratis olarak adlandırılan bölge, Pisidia Bölgesi’nin kuzey doğusunda, Güneyde Milyas ile Lykia, doğuda Karia ve kuzeyde Phrygia ile çevrelenmiş olsa da, tam olarak sınırlarını çizebilmek oldukça zordur. Daha önce bölgede yapılan az sayıdaki arkeolojik kazı ve araştırmalar erken dönem için Phrygia kültürünün alanda izlendiğinden bahseder. Buna karşın son yıllarda yapılan yüzey araştırmalarıyla Lydia-Pers Dönemi içerisinde yerleşimlerin arttığı ve kültür verilerinin zenginleştiği izlenir. Strabon’un da belirttiği Lydia soylu Kabal halkının bölgeye geldiği ve egemenlik kurduğu yönündeki aktarımı arkeolojik delillerle de desteklenmektedir. Bu halkın bıraktığı izler özellikle ölü gömme geleneklerinde, Lydia tipi tümülüsler yanında bölgeye özgü ve sayıları tespit edilebildiği kadarıyla 150’yi aşan taş yığma tümülüsler en belirgin arkeolojik verilerdir. Bunun yanında kaya mezarlarıyla, sivil ve dini mimaride izlenen pişmiş toprak kaplama levhalarıyla ve en önemlisi erken araştırmalarda Demir Çağı seramiği olarak adlandırılsa da yeni yüzey araştırmalarının sonuçlarına göre Lydia kültür coğrafyası ile ilintili seramikler, Lydia’nın bölgedeki varlığını kanıtlar nitelikleriyle dikkate değerdir.
Although the region, which was called ‘Cabalis’ during the Iron Age and ‘Cibyratis’ when Cibyra gained strength during the Hellenistic and Roman periods, was surrounded by Pisidia in the north-east, Milyas and Lykia in the south, Karia in the east and Phrygia in the north, it is quite difficult to draw its line. Limited numbers of archaeological excavations and studies in the area refer to Phrygian culture in early periods. On the other hand, recent surveys have shown that settlements increased and cultural data flourished during the Lydian-Persian period. Strabo stated that Cabal people who were of Lydian origin dominated the area and this statement has been supported by archaeological evidence. The traces they left are mainly seen in their burial traditions. Lydian type tumuli as well as stone setting tumuli, the number of which is over 150, are the most significant archaeological data. Also rock- cut tombs, cladding sheet used for civil and religious architecture and above all the ceramics, named as Iron Age ceramics in early studies but proved to be associated with Lydian culture after the latest studies are remarkable evidence to prove the existence of Lydia in the area.
Mehmet Ali KAYA
Cedrus VI (2018) 159-179. DOI: 10.13113/CEDRUS.201807
Geliş Tarihi: 10.09.2016 | Kabul Tarihi: 07.10.2016
Öz & Abstract
Pers kralı II. Kyros’un MÖ 547/6 yılında Lydia Krallığı’nı fethetmesiyle Anadolu’nun Demir Devri krallıklarının sonuncusu da ortadan kalkmış oldu. Mısır hariç tüm Önasyayı fethederek tarihin ilk dünya devletini kuran Kyros’un halefi Kambyses’in ölümünden sonra tahta çıkan I. Dareios, Pers İmparatorluğu’nun merkezi yönetimini satraplıklardan oluşan karmaşık bir idari sistem kurarak güçlendirdi. Satraplıkların bazıları Anadolu’daydı ve onların sınırları içinde yaşam kültürleri, giyimleri ve silah donanımları bakımından çok sayıda farklı halklar yaşıyordu. Bu makalenin amacı satraplık sistemini, satraplıkların kuruluşuna, sınırlarına, kuruluş kriterlerine, yönetimine ve etnik bakımdan tezahürüne odaklanarak incelemek, Anadolu’nun Pers hakimiyeti döneminin etnik tablosunu ortaya koymaya çalışmak olacaktır.
The last kingdom of Iron Age in Anatolia is removed when Persian King Cyrus conquered Lydian Kingdom in 547/6 B.C. Darius succeeded to the throne after death of Cambyses, successor of Cyrus, fortified administration of Persian Empire by organising a complicated system formed of satrapies. Some of them was in Anatolia and numerous diverse people in respect to their weapons, wearings and cultures of their life inhabited these satrapies. Therefore the main pupose of this paper is to study satrapy system as focusing on organisation, founding criterions, frontiers, administration and reflcting ethnicity of satrapies, and to offer an ethnic picture of Persian period in Anatolia.
S. Yücel ŞENYURT & Umut ZOROĞLU
Cedrus VI (2018) 181-195. DOI: 10.13113/CEDRUS.201808
Geliş Tarihi: 02.05.2017 | Kabul Tarihi: 22.05.2017
Öz & Abstract
Helenistik Dönem’de özellikle VI. Mithradates’in hükümdarlık yıllarında (MÖ 120-63) Pontos Krallığı’nın önemli askerî garnizonlarından birisi olduğu anlaşılan Kurul Kalesi’nde yürütülen kazılar Doğu Karadeniz Bölgesi’nin ilk uzun süreli arkeolojik kazı projesidir. 2010 yılında başlatılan kazılar 2017 yılı ile birlikte sekizinci sezonunu doldurmuş ve Kurul Kalesi kazılarında diğer arkeolojik verilerle birlikte silah kategorisine giren çok sayıda metal buluntu da ele geçmiştir. Bu silahlar Roma ile yapılan üç büyük savaşın tarihsel aralığının izlerini en iyi yansıtan buluntu gruplarından birini oluşturur. Seramik, sikke ve metal çivi gruplarından sonra dördüncü büyük buluntu grubunu oluşturan, Pontos ve Roma özelliklerini bir arada sunan Kurul Kalesi metal silahları başta Karadeniz Bölgesi olmak üzere, Anadolu genelinde Helenistik Dönem savaş araç gereçleri konusunda yürütülecek araştırmalar için büyük önem taşımaktadır.
The excavations conducted at the Kurul Fortress, which is one of the important military garrisons of the Pontic Kingdom in the Hellenistic Period, especially during the reign of Mithradates VI Eupator (120-63 B.C.), are the first long-term archaeological excavation project in the Eastern Black Sea region. During the excavations conducted between 2010 and 2017, a large number of metal finds have been discovered that fall into the category of weapons along with other archaeological finds. These weapons constitute one of the groups of find that best reflect the traces of the historical range of three major wars with Rome. It is also the fourth largest group of finds after ceramics, coins and metal nails. Offering Pontic and Roman features together, the metal weapons from Kurul are of a great importance for the researches on the Hellenistic military equipment in terms not only of the Black Sea Region but whole Anatolia.
Tuna AKÇAY & Müslime TOKUŞTEPE
Cedrus VI (2018) 197-219. DOI: 10.13113/CEDRUS.201809
Geliş Tarihi: 06.05.2017 | Kabul Tarihi: 19.06.2017
Öz & Abstract
Olba’da mezarlık alanlarında yapılan kazılar sonucunda Doğu Dağlık Cilicia’da daha önce görülmeyen farklı tipte mezarlar ortaya çıkartılmış, bölgenin mezar tipolojisi zenginleştirilmiştir. Aynı zamanda bu alanlarda küçük buluntu bakımından çok sayıda değerlendirilmesi gereken ritüel nesnesi tespit edilmiş, kesin tarih vermesi bakımından sikkeler ve seramikler önemli arkeolojik veriler haline gelmiştir. Nişli Alan I’de (Urne Mezar) yapılan kazılarda mezar oyuğu ve ritüel alanında çeşitli mutfak kapları ele geçmiş olup, genellikle bu kaplar Doğu Sigillata A (DSA) olarak kayıt altına alınmıştır. Bu mezarda bulunan söz konusu kaplar sikkeler ve diğer arkeolojik buluntular sayesinde daha dar bir tarih aralığına yerleştirilmiştir. Seramikler genel olarak MÖ I. yüzyılın başına tarihlendirilmiş, mezar alanı içinde ölü yemeğinin yendiği ve belirli aralıklarla mezar başında yemek eşliğinde anma ritüelleri yapıldığı anlaşılmıştır.
Several types of tombs, some previously unknown in Eastern Rough Cilicia have been recorded after the excavations carried out in the necropoli at Olba. The recent discoveries not only enriched the tomb-typology of the region but also provided many small finds and ritual objects. Especially, the coins and pottery found in the burial grounds of Olba are important as they provide data for dating. During the excavations of the Urn-Tomb unearthed at the section called Niched Area I, within the burial pit and ritual section various types of kitchenware were discovered, generally belonging to the Eastern Sigillata A (ESA) group. A precise date can be given for these sherds by means of coins and other archaeological objects found in the same context. The pottery belongs to the AD early first century and reveals that the ritual meals were eaten and commemorative ceremonies were held within the burial area.
Çilem UYGUN
Cedrus VI (2018) 221-232. DOI: 10.13113/CEDRUS.201810
Geliş Tarihi: 10.05.2017 | Kabul Tarihi: 09.06.2017
Öz & Abstract
The two different material groups recovered from the excavations carried out in the ancient city of Tlos, with common iconographic narratives, consisting of busts of the bearded Heracles, are the subject of this study. The first of these works is a black glazed ceramic piece decorated in the appliqué technique that was recovered from the filling layer in front of the rock tomb number KM-2 in the city’s acropolis in 2005. The second is a carved gem found in a tomb in the Karaveliler area, to the northeast of the city center. In this study both works are evaluated in terms of dating criteria of their own material group, e.g. technique of production, stylistic features and find context. A general evaluation of the bearded busts within the iconographies of Heracles, popularly employed in the visual narratives of the Greek and Roman periods is made, based around the Tlos examples. And, in addition, apart from the use of Heracles as a motive, its presence within the Lycian religious system and his relationship with local deities is examined in this same section concerning iconography.
Tlos Antik Kenti’nde yürütülen kazılardan ele geçen iki farklı malzeme grubu, üzerlerindeki sakallı Herakles büstünden oluşan ortak ikonografik anlatımlarıyla bu çalışmanın konusunu oluşturur. Eserlerden ilki 2005 yılında kentin akropolünde bulunan KM-2 numaralı kaya mezarının ön alanındaki dolgu tabakasından ele geçen aplike tekniğiyle bezeli siyah firnisli seramik parçasıdır. İkinci eser ise kent merkezinin kuzey doğusundaki Karaveliler Mevkiindeki lahitte ele geçen bir gemme buluntusudur. Çalışma içerisinde her iki eser kendi malzeme grubunun tarihleme kriterlerine göre, örneğin yapım tekniği, stil özellikleri ve buluntu konteksti doğrultusunda değerlendirilecektir. İkonografi başlığı altında ise Tlos örneklerinden yola çıkarak Yunan ve Roma Dönemlerinin görsel anlatımlarında sevilerek kullanılan Herakles ikonografileri içerisindeki sakallı büstlerin genel bir değerlendirmesinin yapılması amaçlanmıştır. Ayrıca Herakles karakterinin motifsel kullanımı dışında Likya inanç sistemi içerisindeki varlığı ve yerel tanrılarla ilişkisi aynı bölümde irdelenecektir.
Muzaffer DEMİR
Cedrus VI (2018) 233-248. DOI: 10.13113/CEDRUS.201811
Geliş Tarihi: 01.04.2017 | Kabul Tarihi: 08.05.2017
Öz & Abstract
I. Triumvirliğin MÖ 60 yılında kurulmasından sonra Roma’nın en güçlü üç lideri arasında yerini alan Crassus’un Pompeius ve Caesar’ın askeri zaferlerine denk gelebilecek bir zafer kazanırsa, belki kendisinin de Roma’nın meşhur ve sayılan liderlerinden biri olabileceği düşüncesine kendisini kaptırdığı tezi genelde antik ve modern kaynaklarda kabul görmektedir. Bu sebeple onun Doğu’da Parthlara karşı bir sefer düzenlemeye ve onları egemenlik altına almaya karar verdiği öngörülmektedir. Özellikle Florus gibi bazı Roma yazarları Crassus’un bu siyasi hırsının kendi sonunu getirdiği konusunda hemfikirdirler. Crassus, Antiokheia’dan yola çıkarak Urfa yakınlarında bugünkü Harran, yani Carrhae’ye ulaşmıştır. Buranın batısına düşen bir yerde Parth generali Surena’nın yaptığı ani bir baskınla yenilgiye uğramış, Parthlara bayrak ve sancaklarını kaptırmış, kendisi de barış görüşmeleri sırasında tuzağa düşürülerek öldürülmüştür. Roma savaş alanında yirmi binden fazla askerini kaybetmiştir; Carrhae yenilgisinin kendine özgü sonuçlarından birisi de on bin Romalı askerin esir alınması ve nihayetinde bunların otuz üç yıl boyunca Uzak Doğu’da kalmalarıdır. Bu yenilgi aynı zamanda Roma’nın Doğu’da Fırat’ın ötesinde Büyük İskender gibi Hindistan’a kadar topraklarını genişletme hayallerinin sonu olması açısından önemlidir. Roma’nın güçlü imparatorları Traianus ve Septimius Severus, MS II. yüzyıl başları ve sonlarında Parthlara karşı düzenledikleri seferlerle benzer hayaller peşinde koşmuşlardır. Biz bu çalışmamızda Florus dışında, Cicero, Plutarkhos, Velleius Paterculus, Appianus ve Cassius Dio gibi antik yazarların metinlerini analiz ederek, Carrhae Savaşı’nın sebepleri, yeri, taktikleri ve sonuçları hakkında değerlendirmelerde bulunacağız. Özellikle Parth savaş taktiklerinin bu savaşta Roma’ya nasıl üstün geldiğinin sebeplerini araştıracağız. Ayrıca antik kaynakların genelinde savaşın kaybedilmesinin ana sebebi olarak Crassus’un gösterilmesinin abartılı olabileceği tezi üzerinde duracağız.
It has been generally accepted in both ancient and modern sources that after the establishment of the First Triumvirate in 60 B.C., one of the most powerful men of Rome, Crassus had the idea that he had to win a great battle in order to promote his authority and popularity in Rome over his rivals, Pompeius and Caesar, who had already gained renown for their victories. To realize this thought, he is assumed to have decided to make an expedition against the Parthians in the East before they were strong enough to invade Syria. Some Roman writers, especially Florus, pointed out that the political ambitions of Crassus led to his end. Crassus, having set out on his expedition from Antiochia, reached Carrhae (Harran) near Edessa (Urfa). At the western vicinity of this place, he was surprised by the army of Surenas, the Parthian general. Roman banners and standards were captured and Crassus was also killed in turmoil while trying to make a truce with the Parthians. The number of casualties was more than twenty thousand. The interesting point is that the Parthians also took ten thousand Roman soldiers as prisoners and kept them in the East for a period of thirty-three years. This defeat also ended the dreams of those Romans who wished to extend their territories beyond the Euphrates as far as India, just as Alexander the Great did. Trajan and Septimius Severus, the strong emperors of Rome, also followed these same dreams, making expeditions against the Parthians in the early and late IInd century A.D. In this study, apart from Florus, by striving to analyze the works of Cicero, Plutarch, Velleius Paterculus, Appian and Cassius Dio, we comment on the reasons, tactics and results of the battle of Carrhae. In particular, we concentrate on the reasons why the Parthian war strategies prevailed upon the Roman ones. Further, we also concentrate attention on the thesis that the main reason for the loss of the battle was the character and the decisions of Crassus, and find both reasons, the importance of Crassus’s character and his decisions, have been exaggerated.
Erdoğan ASLAN & L. Ufuk ERDOĞAN & Uğurcan ORHAN & Yusuf KILIÇ
Cedrus VI (2018) 249-263. DOI: 10.13113/CEDRUS.201812
Geliş Tarihi: 29.04.2017 | Kabul Tarihi: 08.06.2017
Öz & Abstract
Denizli ili, Sarayköy ilçesi, Hisar mahallesinde bulunan Attouda antik kenti, iki bölge arasındaki geçiş noktasına kurulmuştur. Kentin yapıları ile ilgili olarak cami bahçesi ve mahalle meydanları ile evlerin önlerinde pek çok mimari eleman bulunmaktadır. Bu makalede, Arkeolojik kalıntılar ve yazılı kaynaklara göre, Attouda hakkında yapılan çalışmaların ve mimari elemanların genel bir değerlendirmesi yer almaktadır. Bulunduğu bölge içinde önemli bir konuma sahip olan bu kent, MÖ II. yüzyılda Pergamonlular zamanında, adı değiştirilerek ön plana çıkarılmıştır. Attoudalılar Hellenistik Dönem’de yakaladıkları bu şansı, antikçağ boyunca hep korumuş ve devamlı gelişme göstermiştir. Buraya yaygın olarak mermerin getirilip yapılar inşa edilmesi, buluntulara göre MS I. yüzyıldan itibaren başlamış ve özellikle MS II. yüzyılda artmıştır.
Attouda’da tespit edilenler, bir dağ kenti için oldukça ileridir. Antikçağda Salbakos Dağı üzerinde bu çevrede bulunan küçük yerleşimlerin dini, ekonomik ve siyasi anlamda toplandığı yer burası olmalıdır. Bu nedenle bölgenin ticari merkezinin de burası olduğu açıktır. Böylelikle insanlar buradaki pazarlarda toplanmış ve hem getirdikleri ürünü satmışlar hem de buradan gerekli olan ihtiyaçlarını satın alarak gitmişlerdir. Bu hareketlilik, bu çevre için ulaşımı kolay Attouda’ya, ticaret merkezi olma imkanı sağlamış ve ciddi anlamda ekonomik zenginlik kazandırmıştır. Bulunduğu yer nedeniyle büyük tarım alanları olmadığından, burada hayvancılığa ağırlık verilmiştir. Bu bir anlamda dağ kentlerinin bir kaderi olmakla birlikte, çoğu yerleşim bunu Attouda örneğinde olduğu şekilde avantaja dönüştürememiştir. Bu ticari hareketliliğin burada son zamanlara kadar devam ettiği anlaşılmaktadır.
The ancient city of Attouda is located in the Hisar neighbourhood of Sarayköy district of Denizli province, on the border area of two ancient regions. The architectural fragments belonging to the city’s buildings can be seen in courtyard of the mosque, squares of villages and in front of houses. The city had an important position in the region. Its name was changed in the IInd century BC during the Pergamene period. Attouda made good use of her chances and developed continuously. Use of marble in architectural construction started in the Ist century and increased in the IInd century AD.
The remains attested on site indicate a very developed settlement at Attouda for a mountain city. Attouda was probably the meeting place for religious, economic and political occasions on Mount Salbakos and the region. Therefore, the city was clearly commercial center as well. This commercial vivacity made the city, which was easy to reach, a wealthy commercial center. Animal husbandry was preferred due to lack of cultivable area. This situation, a destiny of mountain settlements, however, was turned to an advantage by Attouda on the contrary to many settlements with similar location. It is understood that this commercial livelihood has continued here until recently.
Emre ERTEN
Cedrus VI (2018) 265-271. DOI: 10.13113/CEDRUS.201813
Geliş Tarihi: 05.05.2017 | Kabul Tarihi: 10.06.2016
Öz & Abstract
Bu çalışmada Nakoleia/Seyitgazi’de yeni bulunan Asklepios’a sunulmuş bir adak yazıtı incelenmektedir. Yazıtta tanrı tek başınadır ve herhangi bir sıfatı bulunmamaktadır. Adağı sunan kişinin adı oldukça az rastlanan bir isimdir ve baba adı da anılmamıştır. Adak Nakoleia antik kentindeki Asklepios tapınımını epigrafik anlamda belgeleyen ikinci buluntudur. Bunların yanı sıra nümizmatik veriler de yine Nakoleia’da bu kültün varlığına işaret etmektedir. Ayrıca bölgede Asklepios ile bağlantılı çok sayıda theophor isme de rastlanmaktadır. Eskişehir’deki pek çok termal merkezin yanı sıra Seyitgazi civarında da Aşağı ve Yukarı Ilıca Köyü ile özellikle Seyitgazi’ye oldukça yakın olan Alpanos kaplıcasının varlığı Asklepios’un bölgede Allianoi’da olduğu gibi sıcak su kaynaklarıyla bağlantılı olarak tapınım gördüğünü ve olasılıkla bu tür bir şifa merkezinin mevcut olabileceğini düşündürmektedir.
This study concerns a votive inscription dedicated to Asklepios, which was recently found at Nakaleia/Seyitgazi. In the inscription the god is named alone without an epithet. The name of the person who made the dedication is a very rare name and his father’s name is unmentioned. This votive is the second inscription to document the temple of Asklepios in the ancient city of Nakoleia. In addition to these two inscriptions, numismatic evidence also indicates the existence of this cult in Nakoleia. There are also numerous theophoriformes associating the region with Asklepios. In addition to the many thermal centers in Eskişehir, the presence of the Alpanos thermal spring, which is very close to the Lower and Upper Ilıca villages and especially near Seyitgazi, was where Asklepios was worshiped in connection with the hot water sources such as Allianoi in the region, suggesting that an Asklepios center may have been present.
Ferhan BÜYÜKYÖRÜK
Cedrus VI (2018) 273-328. DOI: 10.13113/CEDRUS.201814
Geliş Tarihi: 10.04.2017 | Kabul Tarihi: 03.05.2017
Öz & Abstract
Roma İmparatorluk Dönemi’nde basılan Side sikkeleri, diğer kentlerde olduğu gibi Hellen-Roma modelinde sınırlı bir bağımsızlığa işaret etmektedir. İmparator Tiberius ile başlayıp Aurelianus Dönemi’ne dek süre gelen dönemi kapsayan 196 adet Side kent sikkesi kronolojik bir sınıflandırmanın ardından arka yüz betimlemelerine göre mitolojik, agonistik, mimari, denizcilik ile bağlantılı ve Roma İmparatorluk tipleri adı altında beş ana başlık altında ikonografik açıdan incelenerek kentin tarihi, sosyal, dini ve kültürel birikiminin boyut ve sınırları anlaşılmaya çalışılmıştır. Yerel tanrı ve tanrıçalar ile birleştirilerek kente özgü bir kimliğe bürünmüş olan Athena, Apollon Sidetes, Securitas Sidae ve Nehir Tanrısı Melas ile Roma ve Hellen mitolojisinde yer alan Artemis, Demeter, Asklepios, Asklepios-Hygieia, Nike, Kharitler ve Tykhe’nin yanı sıra ulusal kahraman Herakles ve Mısır kökenli Tanrı Serapis Mitolojik Tipler içinde değerlendirilmiştir. Ödül Tacı ve Çelenk betimli sikkeler bayram baskıları olup Agonistik Tipler grubuna dâhil edilmiştir. Tapınak figürlü sikkeler Mimari, Gemi figürlü sikkeler Denizcilik ile bağlantılı ve İmparator figürlü sikkeler Roma İmparatorluk Tipleri içinde incelenmiştir.
The coins of Side, issued during the Roman Imperial period, indicate limited independence on the Greco-Roman model as was the case for other cities. After a chronological classification of 196 example from Side, starting from the Emperor Tiberius and lasting until the period of Aurelianus, the city’s history was examined and the examples grouped through examining the coins under five headings. These headings are subdivided to include: Mythological, Agonistic, Architectural, Maritime and Roman Empire types, Athena, Apollon Sidetes, Securitas Sidae and the River God Melas, who were associated with the local god and goddess, and Artemis, Demeter, Asklepios, Asklepios in the mythology of the Greek and Greek, and the dimensions and boundaries of the social, religious and cultural accumulation. Hygieia, Nike, Kharitler and Tykhe, as well as the national hero Heracles and the Egyptian God Serapis in the Mythological Tribes. Coins of the reward Tacan and the Wreath types are included in the Agonistic Types group. Temple figurative coins in Architecture, Ship figurative coinage in the Maritime group, and emperor-figural coins have been investigated, for the Roman Imperial Period.
Bilsen ÖZDEMİR
Cedrus VI (2018) 329-345. DOI: 10.13113/CEDRUS.201815
Geliş Tarihi: 08.10.2016 | Kabul Tarihi: 09.11.2016
Öz & Abstract
Bu makalenin konusunu Fethiye Arkeoloji Müzesi’nde korunan 9 adet kabartmalı sunak oluşturmaktadır. Herhangi bir kazı kontekstine ait olmayan ve daha önce yayınlanmamış olan eserlerin geldiği bölge Pınara kurtarma kazısından ele geçen bir örnek dışında Fethiye Yayla bölgesidir. Söz konusu sunakların boyutları, üzerlerindeki sunu çukurları ve ön yüzlerindeki tanrıça kabartmaları ile kişisel tercihlerle ile ilişkili adak sunaklar olduğu anlaşılmaktadır. Stil olarak Roma Dönemi kırsal sanat eseri geleneğini yansıtan sunaklarda, ön yüzde betimlenen tanrıçaları kimliklendirmemizi sağlayacak herhangi bir yazıt yer almamaktadır. Bu nedenle çalışmanın temel sorununu ikonografik olarak da tanınmayan bu tanrıçaların kimliklerini saptamak oluşturmuştur. Uzun giysili, örtülü başlı, poloslu ya da taçlı betimlenen tanrıçaların detaylarıyla birbirlerinden farklılık gösterdikleri anlaşılmıştır. Bu farklılıklar göz önünde bulundurularak çalışma kapsamındaki tanrıçalar domuz üzerinde duran ya da hayvan ile ilişkili olan figürler, ayakta ve ellerini göğüs altında tutan figürler ve ayakta, elinde mızrak taşıyan figürler olarak 3 farklı tipolojik başlık altında değerlendirilmiştir. Yapılan ikonografik değerlendirmeyle domuz üzerinde duran ya da hayvan ile ilişkili olan figürlerin Artemis Lagbene’yi betimlediği saptanmıştır. Ayakta ve ellerini göğüs altında tutanlar ile elinde mızrak taşıyan tanrıça figürlerinin ise Artemis’in bölge genelinden bilinen Lagbene, Kynegetis ve Eleuthera tipleri ile olan ikonografik ilişkisi üzerinde durulmuş ve Lykia’da Roma Dönemi’ndeki dinsel önemi de göz önünde tutularak sunaklar üzerinde betimlenen tanrıçaların “Artemis’in yerel ikonografileri” olabileceği önermesi getirilmiştir.
This article discusses 9 embossed altars protected in Fethiye Archaeological Museum. The region, altars are from is – except one sample found in a rescue excavation in Pınara- Fethiye highlands and none of them belong to an excavation kontekst and has been published before. With dimensions of altars in question, water pits on them and goddess reliefs, it is understood that these altars served for votives related with personel preferances. Reflecting the Roman tradition of countryside work of art style, these altars do not contain any inscriptions that will allow us to identify goddesses described on their front areas. Therefore, the main problem of the study was to identify these goddesses that are not also identified in an iconographical way. It was understood that goddesses depicted with long dresses, their heads covered or with crowns differed from each other in their details. Taking into consideration these differences, goddesses within the scope of this study were discussed under 3 different typological titles including figures standing on pig or associated with animals, figures standing, keeping hands below chest and figures standing, holding spear. Based on iconographical assessment made, it was detected that figures standing on pig or associated with animals depicted Artemis Lagbene. On the other hand, goddess figures standing and keeping hand below chest with spear in hands were examined in their iconographical relationship with Lagbene, Kynegetis and Eleuthera types known in Artemis in general, and considering religious importance in Lycia in Roman Period, it was suggested that goddesses depicted on altars might be “local iconographies of Artemis”.
Rahşan TAMSÜ POLAT
Cedrus VI (2018) 347-358. DOI: 10.13113/CEDRUS.201816
Geliş Tarihi: 11.04.2017 | Kabul Tarihi: 20.05.2017
Öz & Abstract
Yozgat İli, İç Anadolu Bölgesi’nin, Orta Kızılırmak Bölümü’nde yer alır. Bölge, zengin su kaynaklarının yanı sıra stratejik konumu ile farklı dönemlerde pek çok kültüre ev sahipliği yapmış, çevre kültürlerle de etkileşim ve ilişki içerisinde kalmıştır. Yozgat ve çevresinde yapılan kısıtlı saydaki arkeolojik kazı ve yüzey araştırmaları, bölgenin en erken Kalkolitik Dönem olmak üzere, Tunç Çağı, Hitit, Phryg, Roma, Doğu Roma, Selçuklu ve Osmanlı Dönemi de dâhil olmak üzere uzun bir tarihsel süreçte yerleşim gördüğünü gösterir. Bununla birlikte, yapılan çalışmalar, Yozgat İli’nin belirli ilçe merkezlerini kapsadığından, coğrafi bölge bütünsel açıdan arkeolojik olarak yeterli ve kapsamlı olarak çalışılmamıştır. Bahsi geçen dönemlerin varlıkları belli başlı ilçe merkezlerinde belirlenebilmiştir. Bu çalışmada, 2017 yılında, Yozgat İli ve İlçeleri’nde gerçekleştirilen yüzey araştırması çalışmalarında, Yozgat İli’nin güneydoğusunda, Sarıkaya İlçesi sınırlarında bulunan Karabacak Köyü’nün 1.5 km doğusunda tespit edilen kaya mezarları ele alınmıştır. Mezarlar birbiri ardına sıralanmış, alçak kaya kütleleri üzerine oyulmuş, tek arcosolium’lu ve tek odalı mezarlardır. Oldukça yalın cephe mimarisi ve basit bir plana sahip olan Karabacak kaya mezarlarının tanıtılması ile bölgenin mezar tipolojisi ve ölü gömme geleneklerine katkı sağlanması amaçlanmaktadır.
The rock-cut tombs of the Karabacak village are by the Middle Kızılırmak River, by Yozgat in Central Anatolia. This region, with its rich water source and strategical location, was inhabited by many cultures interacting with neighbouring cultures throughout history. Few archaeological excavations and surface surveys have been conducted in Yozgat and in its surroundings which have shown the region was inhabited over a long period, from the Early Chalcolithic Period up to Bronze Age, Hittite, Phrygian, Roman, Byzantine, Seljuk, and Ottoman Periods. On the other hand, studies to date have only covered certain suburbs of Yozgat City, and the whole geography is far from being studied thoroughly. The aforementioned periods are identified from archeological investigations in certain suburbs. This study concerns the rock tombs discovered 1.5 km East of Karabacak Village on the border of Sarıkaya Suburb to the Southeast of Yozgat City in the couse of a surface survey carried out in Yozgat City and its surrounding in 2017. The tombs are carved in lower rock masses sequentially, each featuring one arcosolium and one room. The aim has been to contribute to the knowledge of the burial typology and burial traditions in the region through the introduction of the Karabacak rock-cut tombs, which have a rather simple facade architecture and a simple plan.
Hacer SANCAKTAR
Cedrus VI (2018) 359-375. DOI: 10.13113/CEDRUS.201817
Geliş Tarihi: 03.04.2017 | Kabul Tarihi: 10.05.2017
Abstract & Öz
Arykanda’da Athena Tapınağı’nın ve kültünün var olduğunu belirten ve MS II. yüzyıla tarihlendirilen bir yazıt ele geçmiştir. Bu yazıttan yola çıkılarak kentteki İmparatorluk Dönemi’ne tarihlendirilen tapınaklardan hangisinin Athena’ya ait olabileceği konusundaki düşünceler üzerinde durulmuştur. Günümüze kadar yapılan kazılarla ortaya çıkarılan bu tapınaklar; Sebasteion, Tiyatro Tapınağı, Traianeum, Podyumlu Tapınak ve Büyük Bazilika’dır. Bu tapınaklardan Traianeum[1] ve Sebasteion’un[2] yazıtlarına dayanarak imparatorlara adanmış olduğu bilinmektedir. Tiyatro Tapınağı, Podyumlu Tapınak ve Büyük Bazilika’nın ise hangi imparator ve/veya tanrıya adandığı ise henüz saptanmamıştır. Bu nedenle söz konusu yazıt ve tapınakların mimarisi dikkate alınarak Athena Tapınağı’na dair bazı öneriler getirilmiştir.
[1] IK XLVIII. 16.
[2] IK XLVIII. 18, Taf. 5; Bayburtluoğlu 2003, 68-69.
A very important inscription dated to the IInd century A.D. was found in Arycanda, recording the Athena Temple and the cult. From this inscription, it is evident that one of the temples dated to the Imperial period in the city may belong to Athena. These temples were excavated; the Sebasteion, the Theater Temple, the Traianeum, the Podium Temple and the Great Basilica. It is known that two of these temples were dedicated to the emperors from the inscriptions, the Traianeum and Sebasteion. The Theater Temple, the Podium Temple, and the Great Basilica have not as yet been identified as to which emperor and/or god they were dedicated. For this reason, some suggestions are offered concerning the identification of the Temple of Athena at Arycanda, taking into account the architecture of the temples and the inscriptions.
Oktay DUMANKAYA – Mustafa Uğur EKMEKÇİ
Cedrus VI (2018) 377-393. DOI: 10.13113/CEDRUS.201818
Geliş Tarihi: 17.04.2017 | Kabul Tarihi: 14.05.2017
Öz & Abstract
Yerleşim kökeni Prehistorik Çağlara kadar uzanan Kahramanmaraş ili birçok kültüre ev sahipliği yapmıştır. Kentin arkeolojik zenginliğini ortaya çıkartmak amacıyla 2016 yılında Afşin ve Elbistan ilçelerinde tarafımızca arkeolojik yüzey araştırması gerçekleştirilmiştir. Yüzey Araştırması sırasında Afşin ilçesi Arıtaş Mahallesi’nde tespit edilen arkeolojik materyalin envanter kayıtları çıkartılmıştır. Bu makale, Arıtaş Mahallesi’nde tespit edilen Erken Doğu Roma Dönemi mimari taş eserlerin değerlendirmesini kapsamaktadır. Makalede incelenen taş eserler işlevlerine göre gruplanmış ve tarihsel değerlendirmeleri yapılmaya çalışılmıştır. Bununla birlikte taş eserlerin dağılım haritası çıkartılmış, kullanım alanları incelenmiştir. Taş eserler üzerinden Afşin Mahallesi’nde günümüze kadar ulaşamamış dönem mimarisinin nitelikleri ile yapı lokalizasyonunun anlaşılmasına katkı sağlanması hedeflenmektedir. Yapılan çalışmada 5 adet sütun başlığı, 2 adet sütun kaidesi, 3 adet levha payesi, 3 adet kapı çerçevesi, 1 adet çörten olmak üzere 14 adet eserin detaylı belgelemesi yapılmış olup, bu eserlerin yanı sıra 15 adet sütun ve sütun parçası ile ilgili de istatistiki bir değerlendirme yapılmıştır. Dönemsel değerlendirme yapıldığında Arıtaş Mahallesi’nde tespit edilen taş eserlerin MS V-VI. yüzyıla tarihlendiği görülmektedir.
Kahramanmaraş Province has been home to many cultures dating back to the prehistoric times. In order to reveal the archaeological richness of the province, an archeological survey in Afşin and Elbistan was conducted in 2016. Inventory records of the archeological material identified in the Arıtaş quarter of Afşin district during the survey were made. This article concerns the evaluation of the Early Byzantine architectural stone elements found in the area of Arıtaş. These artefacts were grouped according to their functions and from historical evaluations. The map of distribution of these finds was made and the areas of their use examined. The aim is to contribute to the understanding of building localization and the qualities of the architecture of the period from these stone finds, which cannot be found in situ today in the Afşin neighborhood. In this survey detailed documentation was made of 14 artefacts: 5 column-capitals, 2 column-bases, 3 carved parapet plates, 3 door frames and 1 gargoyle. In addition to these, records concerning 15 columns and their evaluation was made. When an evaluation of the dates of these finds was made, it was found that the stone artefacts found at the Arıtaş quarter can be dated to the Vth-VIth centuries A.D.
Banu ÖZDİLEK – Sema ATİK-KORKMAZ
Cedrus VI (2018) 395-433. DOI: 10.13113/CEDRUS.201819
Geliş Tarihi: 02.05.2017 | Kabul Tarihi: 01.06.2017
Abstract & Öz
Batı Lykia Bölgesi’nde bulunan Letoon Kutasal Alanı’nın, teras duvarlarının kazısına 2015 yılında başlanmıştır. Bu bölge topoğrafik ve jeolojik yapısına bağlı olarak erozyona ve kitlesel toprak kaymalarına çok müsaittir. Bu nedenle yerleşimin kuruluşundan itibaren, toprağın korunması için Tümtüm Tepe’nin bütününde, günümüze kadar ulaşabilmiş teraslamalar yapılmıştır. Kentin doğu sınırı Tümtüm Tepe’nin batı eteğinde kuzey-doğu doğrultusunda uzanan teras duvarlarıyla başlar. Teraslar, kutsal alanın doğu kesimi boyunca uzanarak tepe noktaya kadar çıkmaktadır. Teras duvarlarının en alt seviyeden tepeye doğru 4 farklı kotta, topografik yapı ile uyumlu olarak birbirine paralel fakat küçük kıvrılmalarla uzandığı görülmektedir. Teras duvarlarında; kaba traşlı, rustik, bosajlı polygonal örgü ve ince işçilikli düz polygonal örgü, isodomik ve trapezoidal örgü kullanılmıştır. Teras duvarları, farklı tarzda ve çok evreli olarak, onarım görüp sürekli kullanılmıştır. Tiyatronun güney duvarına bitişik başlayan teras duvarının, 100 m kadar kesiminin düz uzandığı görülür. Ardından dirsek yaptıktan sonra orijinal hattında devam eder ve bir kısmı da ana kaya üzerine oturur. 2. teras duvarı önünde olasılıkla Geç Antik Dönem’e ait farklı işlevlerle (dükkân-atölye) kullanılan mekânlar ortaya çıkarılmıştır. Letoon teras duvarları kazısından ele geçen buluntular incelenip değerlendirilmeler yapılmıştır. Duvarların inşa tekniği, tarzı ve malzemesinin incelenmesi sonucunda, Klasik Dönem’den, Geç Antik Dönem’e kadar çok evreli olarak inşa edilmiş olduğu ve tadilat geçirdiği saptanmıştır.
The Letoon Sanctuary is located in the Western Lycian Region. Excavation of the Letoon Terrace Walls started in 2015. The eastern border of the city begins with the terrace walls extending in the north-east direction in the western piedmont of the Tümtüm Hill. The terraces extend up to the hilltop along the east of the sanctuary. It appears that the terrace walls stretch from bottom to top in four different levels parallel to each other, but with small curvatures, in accordance with the topography. The lowest level of the terrace walls coming out of the furnicatum vault located in the southwestern analemma wall of the theater, forms a passage way into the sanctuary and connects to the main rock temenos area and the temenos wall. It is the terrace walls on the second level that have been excavated and will be examined here in detail, extending adjacent to the analemma wall of the theater and continuing to one level over the temenos wall. In the terrace walls, rough shaggy polygonal mesh, fine work polygonal mesh, isodomic trapezoidal are used together. This terrace wall had undergone many repairs and renovations and had been used repeatedly in many different styles. The terrace wall, starting from the southern wall of the theater, is extending flat along 100 m, even after making a bend, it continues on its original line and somepart sits on the bedrock.
Nevzat ÇEVİK
Cedrus VI (2018) 435-451. DOI: 10.13113/CEDRUS.201820
Geliş Tarihi: 08.04.2017 | Kabul Tarihi: 08.05.2017
Abstract & Öz
Lykia, Pisidia ve Pamphylia’nın kesiştiği Doyran yöresinde, Keldağ tepesinde bulunan Neapolis antik kenti 1997-2004 yılları arasında yazar ve ekibi tarafından detaylıca incelenmiş ve arkeolojik açıdan ilk kez bilimsel araştırmalar gerçekleştirilmiştir. Termessos’un peripolion’u olduğu epigrafik araştırmalarda yazıtlar aracılığıyla kanıtlanan yerleşimin bölgenin siyasi tarihinde de önemli bir rol oynadığı anlaşılmıştır. Demos niteliğinde, askeri amaçlı bir uç kale fonksiyonlu kırsal bir yerleşim karakterindeki Neapolis’te gerçekleştirdiğimiz bu kapsamlı çalışmaların sonucunda şehircilik ve yerel mimarlık açısından hem Roma hem de Doğu Roma dönemlerine ilişkin çok sayıda önemli keşif yapılmıştır. Bu çalışma bu keşifleri özetlemektedir.
Neapolis Ancient Settlement on the top of Keldağ situated in Doyran just at the junction of Lycia, Pamphylia and Pisidia, was surveyed in detail by the author and his team between 1997-2004 and the first scientific archeological studies were conducted. It was understood by the help of new inscriptions that the city was a peripolion of Termessus, and took an important role in the political history of the region. As a result of detailed research at Neapolis, which had the character of a rural settlement of a demos scale with a military outpost function, numerous important discoveries about urbanizm and local architecture both of Roman and also of Byzantine times. This study briefly presents these discoveries.
Nilüfer PEKER
Cedrus VI (2018) 453-463. DOI: 10.13113/CEDRUS.201821
Geliş Tarihi: 02.03.2017 | Kabul Tarihi: 05.04.2017
Öz & Abstract
Caunus is known as a city in Caria which is located coast of Dalyan (Calbis) bay near Köyceğiz in Muğla. According to ancient sources and several ecclesiastical documents Caunus was christianized at an early date and when the Roman Empire officially adopted the Christian faith, its name changed into Hagia-Caunus. Today, there are five churches in different places of the city which come to light thanks to the excavations. It is argued that a domed church on Palaestra Terrace which has been constructed between the first half of VIth century and the mid. VIIth centuries. Undoubtedly findings of around the church shed light on the Byzantine period of the city. There are a lot of remarkable architectural sculptures at the around and inside of domed church on Palaestra Terrace. One of these examples is found at the 1998 excavation season. The front face of the marble block is carved relief technique which is a cross motive with stylized leaves and the alpha (Α) and omega (ω) that depends from arms of the cross. As it is known in Byzantine Art, cross is used to symbolize the Christ’s sufferings, his sacrifice and the hope of salvation. Besides the alpha (Α) and omega (ω) means beginning and end in Christian belief refer to the eternal nature of God. Cross varieties are commonly used in Byzantine depiction art. It seems that the carved marble block must have been used as an architectural stone in the church. Thus in this paper I have tried to examine meaning of the composition and to give careful consideration to a series of questions linked to the context of use of the cross carved block in the church as well as discuss its significance within regional (Caunus ve Caria) and broader cultural contexts of Early Byzantine art.
Bir Karia kenti olan Kaunos Muğla’ya bağlı Köyceğiz yakınlarında Dalyan Çayı’nın kıyısındadır. Antik kaynaklara ve birkaç konsil belgesine göre erken bir tarihte Hıristiyanlaşan Kaunos’un adı bu dönemde Hagia-Kaunos olarak değiştirilmiştir. Bugün, kentin farklı yerlerinde bulunan beş kilise Kaunos kazıları sayesinde ortaya çıkarılmıştır. Bunlardan biri olan Palaestra terasında yer alan kubbeli kilisenin VI. yüzyılın ilk yarısı ile VII. yüzyılın ortalarında yapılmış olduğu düşünülür. Kuşkusuz kilisenin çevresindeki buluntular kentin Doğu Roma Dönemi’ne ışık tutmaktadır. Kazılarda Palaestra terasındaki kubbeli kilisenin içinde ve etrafında pek çok dikkate değer mimari plastik parça ele geçmiştir. Bu örneklerden biri 1998 kazı sezonunda bulunmuştur. Sözü edilen örnek olasılıkla mimari bir yapının parçası olarak kullanılmıştır. Örneğin ön yüzünde kabartma tekniğinde bir haç motifi ile stilize yapraklar ve haçın kollarından sarkan alpha (A) ve omega (ω) harfleri görülür. Doğu Roma sanatında haç İsa’nın çektiklerini, kurban edilişini ve kurtuluş umudunu sembolize etmek için kullanılır. Bunun yanı sıra Hıristiyan inancında başlangıç ve son anlamına gelen alpha (A) ve omega (ω) Tanrı’nın ezeli doğasına işaret eder. Haçın çeşitleri Doğu Roma tasvir sanatında yaygın olarak kullanılır. Bu makalede, sözü edilen kompozisyonun anlamını tartışmayı ve haç betimli bloğun kilisedeki kullanımını değerlendirerek betimin önemini Doğu Roma sanatının bölgesel (Kaunos ve Karia) ve genel kültürel bağlamlarında tartışmayı deniyoruz.
Ceren ÜNAL
Cedrus VI (2018) 465-483. DOI: 10.13113/CEDRUS.201822
Geliş Tarihi: 25.04.2017 | Kabul Tarihi: 01.06.2017
Abstract & Öz
İmparator Heraclius 641 yılında öldüğünde iki oğlu Heraclius Constantine (III. Constantine) ve Heraclonas ortak imparatorlar olarak taç giyerler. Taç giyme töreninden sadece üç ay sonra III. Constantine hastalanarak ölür. Halk ve senato tarafından sevilmeyen Heraclonas ve annesi Martina reddedilerek, ölen III. Constantine’nin oğlu Constans’ın tek başına imparator olmasında ısrar edilmiştir. II. Constans olarak taç giyen imparator, vaftiz ismi Heraclius olsa da resmi kayıtlarda yer alan ismi Constantine’in kısaltılmış hali Constans olarak tanınmaktadır. İktidarı sırasında basılan altın sikkelerinde II. Constans ortak imparator ilan ettiği oğlu IV. Constantine ve aynı zamanda diğer oğulları Tiberius ve Heraclius ile birlikte tasvir edilmiştir. 1978 yılında Aydın’a bağlı Kavkalı Köyü Kızılyar Mevkiinde alt yapı çalışması sırasında bulunan altın sikkeler Aydın Arkeoloji Müzesi’ne getirilmiştir. Buluntu yerinden dolayı Kavaklı Definesi olarak adlandırılan altın sikkeler imparator II. Constans’ın iktidarında basılmışlardır. Kavaklı Definesi beş farklı tipten oluşmaktadır: Class III (651-654), Class IV (654-659), Class V (659-661), Class VI (661-663), Class VII (663-668). Çalışmamızda, II. Constans iktidarına tarihlenen altın sikkelere dair kronolojik sınıflama döneme dair tarihsel verilerle birlikte sunulacaktır.
When Heraclius died in 641 AD, a conflict started for gaining the throne between his two sons. His two oldest sons Heraclius Constantine (Constantine III) and Heraclonas who were brothers-in-law, were crowned as emperors. Constantine III died three months after his coronation. The public and the Senate rejected Heraclonas’ and his mother Martina’s domination and insisted on crowning the son of Constantine III called Constans as a sole emperor. Although his baptismal name was Heraclius, he was officially given the name of Constantine but this was popularly abbreviated to Constans. Constans II depicted with his son, co-emperor Constantine IV, on his issues and his other sons whose name were Tiberius and Heraclius also depicted on the reverse side of gold coins. A group of gold coins were found in Kızılyar/Kavaklı in 1978 and then they were brought to Aydın Museum. Kavaklı Hoard has a group of solidi from the reign of Constans II. There are five different types: Class III (651-654), Class IV (654-659), Class V (659-661), Class VI (661-663), Class VII (663-668). The hoard of Kavaklı will be presented according to its classifications with the help of the historical events of the era.
Erkan KURUL & Fatih YILMAZ
Cedrus VI (2018) 485-518. DOI: 10.13113/CEDRUS.201823
Geliş Tarihi: 18.04.2017 | Kabul Tarihi: 31.05.2017
Öz & Abstract
MS IV. yüzyılda yaşayan Decimus Magnus Ausonius, Roma İmparatorluğu’nun özellikle batı yakasını yakından tanıyan önemli bir alim ve devlet adamıydı. Onu mühim biri haline getiren en önemli husus; çeşitli bilimler özelindeki bilgi birikiminin derinliği yanında başarılı bir eğitmen olmasıydı. Ayrıca, son derece stratejik mevkilere erişebilmiş bir devlet adamıydı. Yaşamının son yıllarında kaleme aldığı şiirlerinden olan Ordo Urbium Nobilium, Geç Antikçağ dünyasına dair önemli veriler içermektedir. Bu kapsamda, söz konusu çalışma kendisnin özellikle coğrafya, tarih, filoloji ve Latin edebiyatı-kültürü gibi çeşitli alanlarda Geç Antikçağ eğitim kurumlarının ders içeriğine dâhil edilmiş şiirini konu edinmektedir. Öyle ki, Ortaçağdan günümüze değin Ausonius’un neredeyse her eseri hakkında yüzlerce çalışma gerçekleştirilmiş ve bunların birçoğu da ya yayımlanmış ya da yayımlanmayı bekler niteliktedir. Bu makalenin kurgusu da; Ausonius’un Ordo Urbium Nobilium başlıklı şiirinin içeriğinin ve kapsamının değerlendirilmesine odaklanmaktadır. Bu değerlendirme bağlamında öncelikle şiirde bahsi geçen kentler, şiir içerisinde aktarılan özellikleriyle incelenmekte, ayrıca Ausonius’un bu yerleşim birimleriyle şahsi ve resmi münasabetlerinin eserindeki yansıması irdelenecektir.
Decimus Magnus Ausonius who lived in the IVth century A.D., was an important character who observed the western part of the Roman Empire and was one of its most important poets. One of the most important factors in his life was that he was a poet and also tutor of an emperor, who earned a magnificent reputation and was a very successful statesman. The Ordo Urbium Nobilium, one of his works which he wrote during the last period of his life as a poet, contains very important information concerning the world of Late Antiquity. This work was also used as a course book in various universities’ lessons, such as in geography and the Latin language within the context of education. For this reason, many studies have been conducted into his work and much research has been completed. The subject examined in this article is an assessment of the content and scope of Ausonius’ Ordo Urbium Nobilium. In this context, firstly, the cities mentioned in the poetry are analyzed through the features they are characterised by in the poetry, and Ausonius’ personal and his public relations with these cities are enquired into, while the geographical, historical, political and cultural characteristics of the cities are also examined.
Turhan KAÇAR
Cedrus VI (2018) 519-534. DOI: 10.13113/CEDRUS.201824
Geliş Tarihi: 10.11.2016 | Kabul Tarihi: 12.12.2016
Öz & Abstract
Batı Eskiçağ tarih yazımında MS II. yüzyılın sonlarından VIII. yüzyılın sonlarına kadar olan dönem, 1970’lerden bu yana “Geç Antikçağ” olarak adlandırılmış ve bu kavram Akdeniz dünyası tarih yazımının yeni paradigmasına dönüşmüştür. Bu dönem, kurucu babası Peter Brown’un tespitiyle, sadece Batı dünyasını değil, Akdeniz’in doğu kısmını da derinden etkileyen dini ve siyasi olarak köklü değişimlere sahne olmuştur. Söz konusu değişimlerin etki alanları coğrafya kronolojik çerçeve ve taşıdığı kültürel değerler bakımından tartışma konusu yapılmakta ve dönemin daha doğrusu dönemleştirmenin sınırları kısaltılmakta veya uzatılmaktadır. Bu tartışmalara, Garth Fowden da “Birinci Bin Yıl” önerisiyle katılmaktadır. Bu makalede, özellikle İngilizce Eskiçağ tarih yazıcılığında artık özgün bir alan ve dönem haline gelen “Geç Antikçağ” kavramlaştırmasıyla ilişkilendirerek, Fowden’ın eserinde ortaya koyduğu yaklaşımın, ne kadar yeni olduğu ve nasıl bir ideolojik içerik taşıdığı meselesi tartışılmaktadır. Burada, tarih yazımında dönemleştirme meselesinin kökeni, “Geç Antikçağ” paradigmasının gelişimi, küreselleşme ve tarih yazımı arasındaki ilişki, tarih yazımında ortaya çıkan Anglo-Amerikan Hıristiyan ekümenizmin kültürel ideolojisi gibi meseleler ele alınmaktadır.
Since the 1970’s the period between the end of the second and the middle of the eighth centuries has been regarded as Late Antiquity in the western historiography, and this concept evolved into a new paradigm for the history of the Mediterranean. As Peter Brown, the demiurgos or the founder-father of this periodization has indicated, those centuries witnessed a series of significant changes, which not only influenced western, but also had an irreversible impact on the eastern half of the Mediterranean. The boundaries of this period of history or the periodisation is also debated from the perspective of geography, chronology and cultural values. The geographical and chronological coverage of late antiquity have been accordingly either extended or shortened with the debates about its definition. The English Christian ecumenist historian Garth Fowden has participated in the ongoing debates proposing a new chronology and offering Late Antiquity as an assimilating European ideology. This paper in consequence, attempts to examine both the origins of the term late antiquity, and the proposal made by Professor Fowden through placing a specific emphasis on the relationship between globalisation and historiography, and it also discusses the periodisation of Late Antiquity as a case study for the Anglo-American ideology of Christian ecumenism.
Selçuk SEÇKİN
Cedrus VI (2018) 535-553. DOI: 10.13113/CEDRUS.201825
Geliş Tarihi: 28.03.2017 | Kabul Tarihi: 24.04.2017
Öz & Abstract
Bu çalışmada öncelikle Çobankale’nin inşa süreci, yol ve sahil ile olan ilişkisi, kalenin yapılmasına neden olan sebepler kaynaklar yardımıyla incelenmiştir. Kalenin tarihsel süreçte gördüğü onarımlar, bölgede çalışma yapan araştırmacıların, seyyahların ve tarihçilerin verdiği bilgiler çerçevesinde ele alınmıştır. Bu çalışma ile Çobankale’nin önemi, konumu ve geçirdiği dönemler alt başlıklarla verilerek kalenin yakın çevresindeki diğer tarihi yerleşimler ile olan bağlantısı da gözden geçirilmiştir. Kale ile doğrudan ilişkili olan en önemli yerleşim olan Helenepolis’in tarihsel serüveni de bu kapsamda ayrıntılı olarak incelenmiştir. Eldeki haritalar yardımıyla da Pylai bağlantısı ve Çobankale’nin de içerisinde yer aldığı Yalakdere Vadisi’nin yol güzergâhı da, 20. yüzyıla ait haritalar ve yapılan araştırmalara dayanan ortaçağ yol haritası paralelinde incelenmiştir. Çalışma sırasında Çobankale’yi ayrıntılı olarak inceleyen C. Foss tarafından ileri sürülen görüşler de tartışılmıştır. C. Foss yapının inşa tarihi olarak 1087 tarihini vermektedir. Bu tarihte bölgedeki siyasi yapıya bakıldığında, Doğu Roma-Selçuklu arasında yapılan Drakon Anlaşması’na göre kalenin bulunduğu alanın Selçuklu toprağı olduğu görülmektedir. Doğu Roma’nın sahildeki Helenepolis civarındaki kale inşaatına Selçuklu güçlerince izin verilmemiştir. Çobankale de aynı tarihlerde inşa edilmiştir. Dolayısıyla kalenin körfez savunma hattı ve kale inşa tarihleri düşünüldüğünde Doğu Roma tarafından inşa edildiği ileri sürülen Çobankale’nin inşasının nasıl gerçekleştiği önemli bir sorun olarak karşımızdadır. C. Foss bu inşa sürecinin, Selçuklu yöneticilerinin İstanbul’a davet edilerek burada kendilerine hediyeler ve unvanlar verilerek, dikkatin başka yöne çektiği sırada gerçekleştiğini iddia etmekle birlikte, bölgenin kontrolünün Selçukluların elinde olduğu gerçeğini de hatırlatmaktadır. Sonuç olarak Çobankale, Selçuklu veya Doğu Roma Devleti’nden hangisi tarafından inşa edilirse edilsin, kalenin Haçlılar tarafından Selçuklu güçlerinin elinden alınması ve yine onların yönetimine bırakılması, Çobankale’nin İstanbul yakınındaki en erken Türk/Selçuklu yönetiminde kale olduğunu bize gösterir. Çalışmamızda 2017 yılında temizlik çalışması ile kazı süreci başlayan Çobankale ile ilgili görüşlerin, eldeki bilgilerin, mevcut araştırmalar ışığında değerlendirilmesi yapılmaya çalışılmıştır.
This study employing a variety of sources concentrates on the construction process of Çobankale, its relationship with the road and the coast, and the reasons behind its construction. Historical repairs are examined using the information provided by previous researchers, explorers and historians who visited or worked in this region. Çobankale’s location, its different historical periods and significance are investigated, together with reconsidering its relationship with other historic settlements in its vicinity. The most important settlement with which the castle has a direct relationship is Helenepolis, whose historic development is also examined within this context. Its connection with Pylai, as well as the road route in the Yalakdere Valley where Çobankale is situated are also investigated in relation to 20th century maps and a medieval road map. This research also discusses the views of C. Foss, who studied Çobankale in detail. He dates the construction of the building to 1087. In view of the regional political structure of the period, which led to the Dragos Agreement between the Byzantines and Seljuks, the area where the castle was built must have been Seljuk property. The Seljuks did not allow for the Byzantines to construct a castle in the vicinity of coastal Helenepolis. Çobankale was built roughly around that time, therefore, considering the defense line of the bay and the construction dates of castles, the question of how it was built remains an issue. C. Foss argues that the construction process was facilitated through invitations sent to Seljuk administrators to visit Constantinople/Istanbul, who were then lavished with gifts and titles, thereby enabling the castle to be built. He also however, reminds us that the region was controlled by the Seljuks. As a result, regardless of which state it was constructed for, whether it was the Seljuks or the Byzantines, that the castle was taken from and returned to the Seljuks by the Crusaders, shows Çobankale was the earliest castle in the vicinity of Istanbul that was under Turkish/Seljuk rule. This research reviews existing information concerning Çobankale, in relation to the excavation that began there in 2017 following preparatory cleaning works.
Mahmut DEMİR
Cedrus VI (2018) 555-571. DOI: 10.13113/CEDRUS.201826
Geliş Tarihi: 28.03.2017 | Kabul Tarihi: 24.04.2017
Öz & Abstract
Köklü bir tarihe sahip olan Antalya, bir liman kenti olarak kurulduğu andan günümüze kadar önemini korumuştur. Konumu itibariyle sahip olduğu önemden ötürü de tarih boyunca pek çok gücün hâkimiyeti altına girmiştir. Bu minvalde, Türkiye Selçukluları da Antalya vasıtasıyla Akdeniz havzasında sürdürülen uluslararası ticarete müdahil olabilmek için Antalya’yı fetih girişiminde bulunmuşlardır. Bu sebeple belirli dönemlerde Antalya’ya giden yol üzerinde bulunan yerleşim-ticaret merkezlerini ele geçiren Türkiye Selçukluları, II. Kılıç Arslan zamanında ilk kez Antalya’yı kuşatmışlardır. Ancak bu ilk kuşatma fetihle sonuçlanmamıştır. Antalya’nın Türkiye Selçukluları tarafından fethi daha sonraki dönemde gerçekleşmiştir. Şehrin Türkiye Selçuklu hâkimiyetine girişi adı geçen sultanın oğlu ve halefi olan I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ikinci saltanatı sırasında -1207 yılında kuşatma, abluka ve fetih olmak üzere- üç aşamalı olarak gerçekleşmiştir. Antalya’nın fethiyle birlikte Türkiye Selçukluları Akdeniz kıyısında bir liman şehrine sahip olmuş, devletin siyasi ve ekonomik olarak yükselişi hızlanarak devam etmiştir. Bu çalışmada Antalya’nın Türkiye Selçukluları tarafından fethinin ayrıntıları ortaya koyulacak ve bu durumun sonuçları Selçuklu tarihi özelinde değerlendirilecektir.
With a very long history, Antalya has since its foundation as a port city maintained its importance. Its importance due to its position, is shown by the fact it has been dominated of many powers throughout history. The Seljuks of Turkey attempted to conquer the city through which they would become involve in the international trade in the Mediterranean basin. Over time, capturing the centers along the road to Antalya, the Seljuks of Turkey, surrounded the city itself for the first time in the reign of Sultan Kilij Arslan II. However, this first Seljuk siege did not result in conquest. It was subsequently was captured by the Seljuks as a result of three distinct phases: surrounding, blockade and the conquest in 1207 during the second reign of Ghiyath al-Din Kaykhusraw I, the son and successor of Sultan Kilij Arslan II. With the conquest of the city the Seljuk Sultanate obtained a port city on the Mediterranean coast, which accelerated the economic and political rise of the Seljuk state. This study concerns the detail of the conquest of Antalya by the Seljuks, and evaluates the consequences and results of this conquest in respect to Seljuk history.
Süleyman UYGUN
Cedrus VI (2018) 573-596. DOI: 10.13113/CEDRUS.201827
Geliş Tarihi: 28.03.2017 | Kabul Tarihi: 24.04.2017
Öz & Abstract
Marsilyalı tüccar-armatör ve sanayici bir aile olan Rostandlar, kurmuş oldukları kumpanyalarla Osmanlı-Fransız deniz ticaret ilişkileri açısından oldukça önemli bir yere sahiptir. Rostand ailesine ait Bruno Rostand Kumpanyası, Rostand Vidal Kumpanyası, Levant Vapur Kumpanyası gibi şirketler ve Levant limanlarında açmış oldukları ticaret evleri, 19 yüzyılın ilk yarısında Fransız çıkarları ve yayılmacılığının Doğu Akdeniz’de gelişmesinde hayati rol oynadı. Rostandların kurmuş oldukları liberal şirketler, daha sonraki Fransız vapur nakliyat kumpanyaları için temel teşkil ederek uluslararası büyük vapur nakliyat şirketlerinin oluşumuna zemin hazırladı. Bu çalışmada Rostandlar ve kurdukları kumpanyalar etrafında Osmanlı-Fransız deniz ticaret ilişkileri ele alınmaya çalışılmıştır.
The members of the family of Rostand (from Marseille) were famous traders, ship owners, entrepreneurs and they played very important role in maritime commercial relations between the Ottoman Empire and France. The companies belonging to the Rostand’s were “Bruno Rostand & Cie”, “Rostand Vidal & Cie”, “La cie. Vapeur du Levant” and the houses of commerce of the Levant played a very important role in the pushing of French interests and expansion in the Eastern Mediterranean in the first part of XIX century. The private enterprises founded by Rotond’s became the base for the creation of a number of international steam boat companies. This article addresses research into the role of the enterprises belonged to Rostand’s within the context of the maritime relations between the Ottoman Empire and France.
Gülnaz GEZER-BAYLI
Cedrus VI (2018) 597-611. DOI: 10.13113/CEDRUS.201828
Geliş Tarihi: 28.03.2017 | Kabul Tarihi: 24.04.2017
Öz & Abstract
Fatma Aliye Hanım (1862-1936) Tanzimat Dönemi’nde doğmuş, eserlerini dönemin sonlarına doğru vermeye başlamıştır. Kadının eğitimi, çok eşle evlilik, boşanma, kadının toplumsal ve ekonomik hayatta yer alması konusunda mücadele etmiştir. Pek çok makale ve eser yazmış, dönemin sosyal yardım projelerinde yer almıştır. Kadın sorunlarının çözümünde geleneklerin ve İslami pencerenin dışına çıkamamıştır. Babasının siyasi hayattan çekilmesinin ardından Fatma Aliye Hanım da edebi hayattan çekilmeye başlamıştır. Toplumun modernleşmesi için kadının ihmal edilmemesi gerektiğini, çocukların yetişmesi için öncelikle kadının eğitiminin gerektiğini savunmuştur. Birbiri ardına yazdığı romanlarında güçlü kadın karakterlerini ön plana çıkarmıştır. Fatma Aliye hakkında yapılmış çalışmalarda daha çok onun Osmanlı kadın hareketine katkısı, bir “kadın” olarak yazarlığı üzerinde durulmuştur. Bu makalede Fatma Aliye Hanım’ın yaşadığı, yetiştiği dönemi anlatan tarihi eserlerden, Fatma Aliye Hanım’ın basılı eserlerinden yararlanılmıştır. Fatma Aliye Hanım’ın yetiştiği siyasi, edebi ortam değerlendirilmiş, istibdat dönemi koşullarında aydınların “kadın sorunu” ile ilgilenmeye başladıkları belirtilmiştir. Yetişmesinde, erkeklerin egemen olduğu edebiyat dünyasına tanıtılmasında yine iki erkeğin, babası Ahmet Cevdet Paşa ile yazar Ahmet Mithat Efendi’nin büyük rolü olduğu belirtilmiştir. Yazdığı eserleri, romanları ve romanlarındaki kadın karakterleri hakkında bilgi verilmiştir. Ardından Fatma Aliye Hanım’ın çağdaşı olan kadın yazarlar ve çalıştığı sosyal yardım kuruluşları hakkında bilgi verilmiştir.
Fatma Aliye Hanım (1862-1936) was born in the Tanzimat Era, and began producing her work towards the end of this period. She struggled on the issues of educating women, polygamy, divorce, and for a women’s right to participate in social and economic life. She wrote many articles and works of literature, and took part in the social aid projects of the era. She was unable to go beyond traditions and Islamic frames of reference. In the aftermath of her father’s withdrawal from politics, she began to withdraw from literature. She advocated that in order to develop a society, women should not be neglected and it was necessary to educate women first to enable children to grow up properly. She wrote one novel after another putting forward models of the strong women figure. In the studies that have been made about Fatma Aliye, her contributions to the Ottoman women movement and her authorship as a “woman” have mostly been studied. In this article, historical works and those concerning the period Fatma Aliye Hanım lived and grew up in, together with her own published works are employed. The political and literary environment of Fatma Aliye Hanım is evaluated and it is stated that intellectuals began to be concerned with the “women’s problem” in the period of autocracy. Two men, her father Ahmet Cevdet Pasha and the writer Ahmet Mithat Efendi, are mentioned as having a great role in introducing her to the literary world dominated by men. Information concerning her writings, novels and the women figures in her novels is given and then, information about contemporary women authors, and the social welfare institutions she worked with, is provided.
Salih TUNÇ
Cedrus VI (2018) 613-628. DOI: 10.13113/CEDRUS.201829
Geliş Tarihi: 28.03.2017 | Kabul Tarihi: 24.04.2017
Öz & Abstract
Birinci Dünya Savaşı arifesinde Osmanlı İmparatorluğu üzerinde belirgin bir Alman nüfuzunun hâkim olduğu bilinen bir gerçektir. Temelleri bir hayli geriye götürülebilecek olan Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki Alman nüfuzu her ne kadar 1908-1910 yılları arasında Jön Türklerin yeni politik destek ve denge arayışları çerçevesinde kısmen bir sarsıntı geçirmişse de, 1910’dan sonra Osmanlı Alman ilişkileri yeniden bir yakınlaşma sürecine girmiştir. Bir yandan 1910 borçlanma krizi, diğer yandan ise 1913’te imparatorluğun karşı karşıya kaldığı Balkan Savaşları yenilgisi, Bâb-ı âli’nin Almanya ile iktisadî ve askerî yardımını yeniden elzem kıldı. Bu itibarla 1913’te Balkan felaketinden sonra, orduda yapılması öngörülen bir takım düzenlemelere nezaret etmek üzere Alman subaylarından oluşan bir askeri heyet İstanbul’a davet edildi ve bu davet Alman Hükümeti nezdinde karşılık bulmuş oldu. Kısa bir süre önce soyluluk unvanı almış, Polonya doğumlu ve kısmen Yahudi kökenli olduğu belirtilen general Otto Liman von Sanders’in kumandasında teşkil edilen ve “Alman Askerî Misyonu” adıyla anılan bir gurup Alman subayı 13 Aralık 1913 tarihinde İstanbul’a gelmiştir. Von Sanders’in başkanlık ettiği heyetin görevi, Osmanlı ordusunda gerekli görülen düzenlemeleri yapmak ve imparatorluktaki askerî mekteplerin eğitim ve programları üzerindeki çalışmaları üstlenmektir. 1913 yılının son ayında Alman Askerî Misyonu’nun İstanbul’a gelmesi tahmin edileceği gibi pek çok tartışmayı da beraberinde getirdi. Heyetin başkente gelmesini Ruslar, “Boğazların Alman kontrolüne alınması için bir hazırlık” şeklinde yorumlarken, bir diğer İtilâf Devleti üyesi olarak Fransa, İstanbul’daki ataşe militeri yarbay Maucorps vasıtasıyla Alman askeri heyeti ve general von Sanders’in İstanbul’daki çalışmalarını takip etmekteydi. Bir İtilâf gücü olarak Fransız Hükümeti’nin İstanbul’u iyi tanıyan askerî temsilcisinin, Alman askeri heyetiyle general von Sanders’in savaş öncesi İstanbul’daki faaliyetleri hakkındaki değerlendirmeleri bir hayli ilgi çekicidir.
It is a well known fact that Germany was definitely dominant over Ottoman Empire during the eve of First World War. The German dominancy which dates back to a long time was partially cut up during the search for political support and balance of Young Turks, between1908-1910, but after 1910, The Ottoman-German relations became to be closer again. On the one hand the debt crisis in 1910, on the other hand the defeat of the Empire in Balkan Wars, made it urgently necessary for the Sublime Porte to have the economical and military support of Germany. Thus, after Balkan defeat, a military committee, composed of German officers was invited to İstanbul, to supervise some regulations decided to be carried out in the army. And this invitation was accepted by Germans. A group of German officers called “German Military Mission” commanded by General Otto Liman von Sanders, came to İstanbul on 13th December 1913. Otto Liman von Sanders who got Peerage short time ago was born in Poland and was Semi-Tewish. The task of the committee directed by Liman von Sanders was to make the necessary regulations in the Ottoman Army and undertake the studies related with the education and programs of the military schools. The arrival of German Military Mission in İstanbul led to many disputes. The Russians interpreted the arrival of the committee in Ankara as pretrial for Germans to have a control over the straits. On the other hand France, as a member of entente states, was pursuing the studies of German Military Mission and von Sanders, by the help of military attaché Lieutenant Colonel Maucourps. As a force of entente, the reports of the military representative of French Government as an entente force are quite highlighting, in terms of the activities of the German Military Mission and the German General von Sanders in İstanbul.
Erdal TAŞBAŞ
Cedrus VI (2018) 629-647. DOI: 10.13113/CEDRUS.201830
Geliş Tarihi: 28.03.2017 | Kabul Tarihi: 24.04.2017
Öz & Abstract
Osmanlı topraklarına yapılan göçlerle birlikte sadece Müslümanlar değil, Osmanlı Devleti’ne sığınmak isteyen gayrimüslimler de kabul ediliyordu. Ancak ayrım gözetilmeksizin sürdürülen bu politika 19. yüzyıl sonlarına doğru, Ermeniler söz konusu olduğunda değişmiştir. Çünkü Ermeniler Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanma faaliyetlerine girişmişlerdi. Dahası onların bu ayrılıkçı faaliyetleri emperyalist devletlerin çıkarcı politikalarına uygun şekilde cereyan etmeye başlamıştı. Osmanlı Devleti göçmen meseleleriyle uğraşmakta ve bu nedenle bir dizi ekonomik ve toplumsal zorluklarla boğuşmaktaydı. Bu zorluklara bir de Ermeniler ve diğer azınlıkların sebep olduğu meseleler eklenmişti. 20. yüzyıla gelindiğinde iyice belirginleşmeye başlayan Ermeni istekleri hem emperyalist devletlerinin hem de Osmanlı Devleti’nin dikkatini onların yaşadıkları yerler ve nüfusları üzerine yoğunlaştırmıştı. Göçlere bağlı büyük demografik değişikliklerle Osmanlı toplumsal, ekonomik ve siyasi yapısı yeniden şekillenirken, göçmenlerin iskanları titizlik isteyen zorlu bir mesele haline gelmişti. İşte bu meseleye bir de göçmenler arasına karışarak istedikleri yerlere yerleşmeye ve oralardan arazi edinmeye çalışan Ermeniler dahil olmuştu. Başta Rusya coğrafyası olmak üzere gerek dışarıdan gelen Müslüman göçmenler arasına, gerekse Osmanlı ülkesi içinde hareket eden göçmen kitlelerine karışan birçok Ermeni vardı. Bu çalışmada hangi bölgede göçmenler arasına ne kadar Ermeni karışmış, bunların ne kadarı tespit edilmiş, bu karışmaları engellemek için ne tür önlemler alınmış ve Ermenilerin yerleşme istekleri karşısında Osmanlı Devleti’nin sergilediği tutum gibi konulara dair bilgiler verilecektir.
During migrations into Ottoman territories, not only the Muslims, but also non-Muslims who wanted to take refuge in the Ottoman State were accepted. This policy was maintained without any discrimination, until it changed towards the end of the 19th century when it came to the Armenians. Because, Armenians had initiated rebellious activities against the Ottoman State, furthermore their separatist activities had begun to accord with the self-seeking policies of the imperialist states. The Ottoman State dealing with immigrant affairs, was at the same time struggling with a number of economic and social difficulties. Among these adversities were added the rebellious Armenians, and the issues caused by other minorities. In 20th century, Armenian demands became more evident and so both the imperialist states and the Ottoman State concentrated their attention on the places they lived as well as their population. While the Ottoman social, economic and political structure was being reshaped by major demographic changes due to immigration, the settlements of immigrants became a compelling issue, requiring rigor. Among these issues were also added Armenians who tried to settle wherever they wanted and obtain property through joining these immigrants. There were many Armenians who infiltrated among the immigrants who moved within the Ottoman State and the Muslim immigrants who came from foreign states, especially from Russian territories. In this study, information is presented on how much the Armenians were involved with immigrants in the region, how many of them could be identified, what kind of measures were taken to prevent these confusions, and the attitude of Ottoman State towards Armenians who wanted to settle in Ottoman territory.
Evren DAYAR
Cedrus VI (2018) 649-674. DOI: 10.13113/CEDRUS.201831
Geliş Tarihi: 28.03.2017 | Kabul Tarihi: 24.04.2017
Öz & Abstract
Bu makalede, geçtiğimiz yüzyılın ortalarına kadar Antalya’yı etkisi altına almış sıtmanın, bu coğrafyada nasıl hâkim hale geldiği ve Antalya üzerindeki etkilerinin neler olduğu sorularına cevap aranmaktadır. Makalenin temel iddiası şudur: Antalya’da sıtmanın hâkimiyeti, XVI. yüzyılın ortalarında başlayan küçük buzul çağının ve bir dizi beşeri sebebin tetiklediği çevresel dönüşümün neticesinde artmıştır. 19. yüzyıla gelindiğinde ise sıtmanın Antalya’daki hâkimiyeti ormanların tahribinin de etkisiyle daha da güçlenmiştir. Öte yandan sıtmanın ve sıtma için uygun koşulları yaratan çevresel dönüşümün Antalya’da zirai ve iktisadi hayatı ilgilendiren, toplumsal ve kültürel örüntüleri belirleyen birçok sonucu da olmuştur.
In this article, answers to the question of how malaria became dominant in this geography and what effects it had upon Antalya exercising influence over Antalya until the middle of the past century are given. The main claim of the article is the dominance of malaria in Antalya increased in consequence of the Lit¬tle Ice Age in the middle 16th century and the environmental change that was triggered through a serious of human actions. By the 19th century, the dominance of malaria had been strengthened through the destruction of the forests. On the other hand, malaria and the related environmental transformation that created these conditions for malaria also had many consequences in Antalya, that determined social and cultural patterns regarding both agricultural and economic life.
Süleyman UYGUN
Cedrus VI (2018) 675-700. DOI: 10.13113/CEDRUS.201832
Geliş Tarihi: 28.03.2017 | Kabul Tarihi: 24.04.2017
Öz & Abstract
Yazılı kaynakların aksine, arkeolojik kalıntılar Lykia’da tarımsal üretimin önemli kanıtlarını temsil ederler. Bu nedenle bu ön çalışma, bölgedeki zeytinyağı ve şarabın üretim ve organizasyon süreçlerini daha iyi anlamak için arkeolojik kayıtlara odaklanır. Bu bağlamda makalede, öncelikle bölgenin topografik yapısına değinilmiş, ardından tarım terasları, çiftlikler ve üretim donanımları, tarihsel perspektif açısından irdelenmiştir. Çalışmadan, bölgede zeytinyağı ve şarap üretiminin özellikle MS III. yüzyılda başlayan artışın, Myra teritoryumunda belgelendiği üzere MS VI. yüzyılda da devam ettiği ve bu dönemde Manastırların da üretiminde aktif rol oynadıkları sonucuna ulaşılmaktadır.
In contrast with the written sources, archaeological remains represent substantial evidences of the agricultural production in Ancient Lycia. Hence this preliminary work focuses on the archaeological records to better understand the organisation and production processes of olive oil and wine in the region. In that regard the present paper first adresses the topographical texture of the region, and then engages the content to the particular locations of the agricultural terraces, farmsteads, workshops and other production facilities in a diachronic perspevtive. In brief, it is argued here that the olive oil and wine production in Lycia began to increase in IIIth c. AD and then again continued to steadily grow in 6th c. AD as it is well documented in the territorium of Myra where the monasteries in the region played an important role in production.
Hülya KÖKMEN-SEYİRCİ – Çisem ÇAĞ
Cedrus VI (2018) 701-711. DOI: 10.13113/CEDRUS.201833
Geliş Tarihi: 28.03.2017 | Kabul Tarihi: 24.04.2017
Öz & Abstract
Yiyecek ve içecekler insan yaşamı için temel bir ihtiyaçtır. Evrimin başlangıcından beri insanlar, muhtemelen içgüdüsel olarak, tesadüfler ve deneme-yanılma yöntemi ile gıdaları muhafaza etmeye çalışmışlardır. Prehistorik dönemlerin başlangıcında doğadan toplanan yiyeceklerin bozulmasını engellemek amacıyla koruma ve saklama ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bazı yemek ve beslenme kitaplarında antikçağda gıda koruma yöntemlerine kısaca değinilmiştir. Bu çalışma, bugüne kadar yapılan araştırmalar da dikkate alınarak edebi metinler, epigrafik ve arkeolojik verilerin bir arada değerlendirilmesi, konunun kapsamlı bir şekilde araştırılması ve bilinen yöntemler yanında antikçağda kullanılan ancak günümüzde artık kullanılmayan yöntemlerin genel olarak değerlendirilmesini amaçlamaktadır. Prehistorik Dönem’de yiyecekler için tümüyle doğaya bağımlı olan insanlar, zaman içerisinde hammaddelerin de el verdiği ölçüde, yiyecek/ içeçek miktarı ve çeşitliliğini arttırmıştır. Bu dönemde insanlar birçok hayvan türünü avlamış ve aynı zamanda doğadan meyve, bitki ve baharat gibi ürünleri toplamışlardır. Başlangıçta yiyecekleri nasıl koruyacağını bilmeyen insanoğlu, onları mümkün olan en kısa sürede tüketmek zorunda kalmıştır. Ancak zamanla öğrenilen koruma yöntemleri diğer kent ve bölgelere sözlü olarak yayılmıştır. Bugün kullanılan yiyecek koruma yöntemlerinin bir bölümünün antikçağ öğretileri ile birebir örtüştüğü de gözden kaçmamaktadır. Antikçağda tuzlama, kurutma, tütsüleme, fermantasyon, salamura ve tatlandırma gibi yöntemler kullanılmıştır.
Food and drink are basic necessities of human life. People have probably tried to maintain instinctively, through coincidence and by heuristic approaches, from the beginning of the prehistoric era, the need for food protection and preservation, in order to prevent the deterioration of food collected from nature. In some works on food and nutrition, ancient food preservation methods are briefly mentioned. In this study, the preservation of food in antiquity is examined through the modern and ancient literature and from archaeological and epigraphic evidence. In the Prehistoric Period people were totally dependent on nature for food, increased the amount of food and drink and variety in the amount they obtained from raw materials over time. In this period, people hunted many animals and at the same time collected from nature products such as fruits, plants and spices. Since knowledge of how to protect food in the beginning was unknown, they had to consume food as soon as possible. However, the protection methods devised over time in other regions were communicated over time. It is also noteworthy that some of the methods employed for food protection today conflict with the doctrine and practice in Antiquity. In ancient times, methods such as salting, drying, smoking, fermentation, soaking in brine and the addition of sugar were employed.
İlker IŞIK
Cedrus VI (2018) 713-736. DOI: 10.13113/CEDRUS.201834
Geliş Tarihi: 28.03.2017 | Kabul Tarihi: 24.04.2017
Öz & Abstract
Tarihi eserlerin yaş tayini ve karakterize edilme çalışmaları, geçmiş dönemde yaşamış toplumların teknolojik bilgi birikimlerinin aydınlatılmasında son derece önemlidir. Bu bağlamda arkeometrik çalışmaların değeri giderek artmaktadır. Arkeometri, antik eserler ve materyaller için matematiksel ölçüm ve analiz yöntemlerinin uygulanması ve kullanılması olarak tanımlanabilir. Çeşitli arkeometrik teknikler sayesinde elde edilen veriler ışığında arkeolojik bilgiler bilimsel verilerle desteklenerek daha somut ve daha sağlıklı sonuçlar elde edilmektedir. Bu çalışmada; karakterizasyon için kullanılan yöntemler ile (LA-ICP-MS, SEM-EDS, MALDI, XRD, XRF, FT-IR, Raman) tarihlendirmede kullanılan yöntemlerin (ESR, OSL, TL) genel özellikleri ve bu yöntemlerle yapılan arkeometrik çalışmalar anlatılmaktadır. Ayrıca bu çalışmada, arkeolojik kazıda çıkan eserlerin menşei, yapım tekniği, üretim aşamaları ve üretildiği tarih arkeometrik analizler ile aydınlatılarak eserin net bir kimlik kazanması, esere ait kompozisyon, nitelik, mutlak tarih ve benzer eserlerle kronolojik ve teknik özellik bakımından kıyaslama çalışmaları gerçekleştirilmiştir. Araştırma sonuçlarının arkeolojik çalışmalara ve yorumlamalara arkeometrik yönden katkı sağlayacağı ortaya konmuştur. Ayrıca bu çalışmada arkeometrinin sunduğu multidisipliner bakış açısı sayesinde bir kültür varlığının kuşku bırakmaksızın tanımlanması sağlanarak bilim kavramının kesinlik olgusu vurgulanmaya çalışılmıştır.
The age determination and characterization of historical works is of great importance in illuminating the technological knowledge of the communities that lived in the past. In this context, the value of archaeometric work is increasing. Archaeometry can be defined as the application and use of mathematical measurement and analysis methods of ancient artifacts and materials. Archeological information in the data obtained by various archaeometric techniques is supported by scientific data, resulting in more concrete and healthier results. In this study; general Characterization methods used for Characterization (LA-ICP-MS, SEM-EDS, MALDI, XRD, XRF, FT-IR, Raman) and methods used for dating (ESR, OSL, TL) and archaeometric studies done with these methods are explained. Also in this study, the origins, the construction technique, the stages of production and the history of the artifacts in archeological excavation were illuminated by archaeometric analyses so a clear identity of the artifacts, composition, quality, absolute date and chronological and technical comparison studies were carried out with similar studies. It has been revealed that the results of the research will contribute to archeological studies and interpretation in archaeometric direction. Furthermore, in this study, it was tried to emphasize the certainty of the concept of science by providing the definition of a cultural existence without any doubt thanks to the multidisciplinary point of view presented by archaeometry.
Banu ÖZÜŞEN – Levent KÖSEKAHYAOĞLU
Cedrus VI (2018) 737-754. DOI: 10.13113/CEDRUS.201835
Geliş Tarihi: 28.03.2017 | Kabul Tarihi: 24.04.2017
Öz & Abstract
With its rich hertitage over a long history, Anatolia has an important place in world cultural heritage. However, a significant part of these historical treasure have been the victim of unprofessional excavation or have been looted and smuggled abroad due to a late awareness of historical and cultural heritage. The situation is the same all around the world. Archaeological sites considered the common heritage of the world are damaged irreparably. The stolen antiquities are sold with high prices in international illegal markets; and their exhibition is considered a matter of prestige by collectors, museums or countries. Under these conditions international contracts or bilateral agreements have not been sufficient to ensure the return the smuggled antiquities. As long as countries keep exhibiting the stolen antiquities, the business in smuggled antiquities will not cease. In this study, antiquities smuggling in the world and in Anatolia has been investigated in terms of the economic dimension of illegal trafficking; and the policies concerning the return of the Weary Heracles statue and the attempts concerning Bergama Artefacts that are still being exhibited abroad are compared.
Anadolu’nun, uzun tarihi geçmişi ile dünya kültürel mirasında önemli bir yeri bulunmaktadır. Ancak tarih ve kültür mirası bilincine geç varılması sebebi ile tarih hazinesinden önemli bir bölüm ya bilinçsiz kazının kurbanı olmuş ya da yağmalanarak yurt dışına kaçırılmıştır. Dünyada da durum farklı değildir. Tüm dünyanın ortak mirası olarak kabul edilen arkeolojik siteler giderek artan yağmalanma sebebiyle onarılamayacak seviyede hasara uğramakta, tarih bütünlüğü kaybolmaktadır. Bu sitelerden ele geçirilen tarihi eserler uluslararası yasa dışı pazarlarda yüksek bedellerle alıcı bulmakta daha da önemlisi, estetik değerinin dışında hiçbir anlam ifade etmeyen bu eserlere sahip olan koleksiyonerler, müzeler veya ülkeler bunu saygınlık unsuru olarak sergilemektedirler. Bu şartlar altında da uluslararası sözleşmeler veya ikili anlaşmalar kaynak ülkelerin kaçırılmış eserlerini iade etmede yeterli gelmemektedir. Ülkeler müzelerinde, kendi topraklarından çıkmayan eserleri sergiledikçe, uluslararası pazarın kara tarafına hizmet eden eski eser kaçakçılarının iş alanları hiçbir zaman sonlanmayacak, terör, uyuşturucu gibi yasa dışı faaliyetlerin finans kaynağı olmaya devam edecektir. Çalışmada, eski eser kaçakçılığının dünyada ve Anadolu’da durumu, ticaretin maddi boyutu incelenmiş, ülkeye dönüşü sağlanan Yorgun Herakles Heykeli’nde izlenen politikalar ile halen yurt dışında sergilenen Bergama Eserleri için yapılan girişimler karşılaştırılmıştır.